SORU
Hayırlı akşamlar. Öncelikle böyle bir grup için çok ama çok teşekkür ediyorum. Belki yoğunluktan mesajımı göremeyebilirsiniz. Çünkü insanların en çok yara aldıkları yeri onarmaya çalışıyorsunuz Allah ebeden razı olsun..
Benim sorum annemle babam, en çok annem için. Almanca öğrenememe konusunda çoğu zaman ümitsizliğe düşüyor. Yaşının onun öğrenmesine engel olacağını düşünüyor. Almanlarla aynı ortama girince lal gibi hissediyorum diyor her seferinde .. Onları öyle görünce çok üzülüyorum. nasıl motive edeceğimi de bilemiyorum🙁şimdiden çok teşekkür ederim..
CEVAP
Bilimsel araştırmalar, insanın dil ile ilişkisinin ömür boyunca nasıl geliştiği konusunda karmaşık açıklamalar sunuyor. Veriler, daha ileri yaşlarda yabancı dil öğrenmeye başlayanların daha avantajlı olabileceğini gösteriyor.
Hayatın farklı dönemlerinde dil öğrenmenin farklı avantajları var. Bebekken kulaklarımız seslere karşı daha duyarlıdır. 1-3 yaş arası çocuklar farklı aksanları hızla öğrenip taklit eder. Yetişkinlerin ise konsantre olma süreleri daha uzun olduğu gibi, okuma yazma gibi becerilere sahip olmak sadece yabancı dilde değil anadilimizde de kelime haznesini sürekli genişletme olanağı verir.
Yaşın yanı sıra sosyal durum, öğrenme yöntemleri, hatta dostluk ve arkadaşlık gibi etkenler kaç yabancı dil konuştuğumuzu ve ne kadar iyi konuştuğumuzu etkiler.
Araştırmacılar, daha ileri yaşta olan öğrencilerin, olgunlaşma ile gelen daha ileri düzeyde problem çözme stratejileri gibi becerilerden ve dil konusunda daha yüksek düzeyde tecrübe sahibi olmanın getirdiği avantajlardan yararlandığı sonucuna vardı.
Yani daha ileri yaşta olanlar hem kendileri hem de dünya hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğu için, yeni öğrendiklerini bu bilgiyle daha kolay işleme koyabilir, yerli yerine oturtabilir.
- İLK ETAPTA SIK SIK DİNLEME YAPIN;
Örneğin, 20 dakikalık bir podcast dinliyorsunuz diyelim. Tabii ki, bu podcast her şeyden önce seviyenize uygun olmalı. Yani içeriğinde bilmediğiniz kelime sayısı çok fazla olmamalı ve konuyu genel hatlarıyla gayet rahat anlayabiliyor olmalısınız. İkincisi de, konu size hitap etmeli. Diğer türlü sıkılıyorsunuz.
Bütün bu kriterleri karşılayan bir podcast veya video seçtikten sonra onu 1, 2, 3, 4 değil 10 defa 20 defa dinliyorsunuz. Kulağa sıkıcı geliyor, aynı şeyleri dinlemek bıktırır gibi geliyor ama aslında değil. Dinledikçe dilin müzikalitesi kulağınıza yerleşiyor. İlk dinlemelerde dikkat etmediğiniz kelimelere, cümle kuruluşlarına dikkat etmeye başlıyorsunuz. “Aaa bak bunu böyle kullandı” diyorsunuz her seferinde. Aynı şeyi defalarca dinledikçe gerçekten o kullanımlar kafanıza öyle bir oturuyor ki… Belki, o aynı şeyi defalarca dinlediğiniz sürede farklı podcast’ler dinleseniz aynı verimi alamayacaksınız.
Adeta bir sporcu veya müzisyen gibi. Uzmanlaşmak için saatlerce aynı şeyi çalışıyorsunuz.
Yalnızken ve Ayna Karşısında Konuşmak
Dinlediğiniz konu ilginç olunca ve defalarca dinlediğiniz için o cümleleri, kullanımları da beyin bir şekilde ezberleyince “ya konuşabilirim ben aslında” öz güveni oluşmaya başlıyor. Cidden oluşuyor. Ama sabırlı olun, hemen toplum içinde bunu ifşa etmenize gerek yok.
Önce yalnızken, kendi kendinize o dinlediğiniz konuyu ayna karşısında anlatıyorsunuz. Podcast’i beşinci, altıncı dinleyişinizde içinizde yeşeren öz güven kadar verimli olamıyorsunuz ayna karşısında tabii. Tıkanıyorsunuz. Ya da kelimeleri ne kadar kötü telaffuz ettiğinizi görüp moraliniz bozulabiliyor.
Bu konuda yalnız değilsiniz. Devam edin.
Ayna karşısında çalışmanın bir nedeni de ağız kaslarınızı o dil için eğitmenizi kolaylaştırması. Her dil için kullandığınız kaslar farklı. Bizim dilimizde olmayıp da, öğrenmek istediğiniz dile özgü sesler var. Onlara özellikle çalışmanız, vakit harcamanız lazım.
Ve yavaş konuşun. Tane tane. Acele etmeden. Bu formül çok işe yarıyor.
Telaffuzunuz Moralinizi Bozmasın
Eğer bir dili çocuk yaşlarda doğal ortamında öğrenmediyseniz, o dilde asla harika bir telaffuzunuz olmayacak. Bu gerçekle yüzleşin.
Günde En Az 1 Saat Ayırmak
Günde 1 saatimizi nelere vermiyoruz aslında ama iş faydalı bir şey yapmaya gelince “hiç vaktim yok”a dönüşebiliyor bazen.
Türkçe’den Çevirmeyin
Konuşurken kafanızda Türkçe’den çevirerek konuşmaya çalışmayın. Tutukluk yaratan esas o oluyor. Bunu yaptıkça kendinizi uyarın.
İlk başlarda gayet zor. İster istemez kendinizi söyleyeceklerinizi Türkçe kurgularken ve onları gizli gizli çevirirken buluyorsunuz. Ama yine bunun sırrı çok fazla dinlemekte yatıyor. Dinledikçe, artık kurduğunuz cümleler otomatik çıkmaya başlıyor. İnanın böyle bir aşamaya atlıyorsunuz.
Dilin Teorisine Takılmayın
Kendi kendinize egzersiz yaparken veya biriyle konuşurken işin teorisine takılmayın.
Ne dinleyeceğiniz konusu önemli. Bence ilk aşamada dil öğretimine yönelik olan ve gündelik konulardan bahseden podcast veya videoları bulmanız daha iyi olur. Şöyle bir göz atınca bütün temel dillerde çok kaliteli kayıtlar olduğunu görürsünüz.
Ve en az 6 ay verin kendinize. Ama bu sürede gerçekten disiplinli olun. Somut sonuçları görüp daha da motive oluyorsunuz.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Bu sayfa: Psikolojik desteğe ihtiyacı olan herkese yardımcı olmak amacıyla, dünyanın farklı ülkelerinde bulunan psikoloji alanında tecrübeli uzmanlar tarafından, takipçilerden gelen sorulara verilen cevapların yayınlandığı "Psikolojik Destek" sayfasıdır.
20 Nisan 2019 Cumartesi
Anksiyete & Panik Atak Krizi Sırasında Ne Yapılmalı?
SORU
-Bulunduğumuz ülkeye geleli bir yıl oldu.
-Yakın zamanda panik atak geçirdim ve ne kadar şükrettiğimi zannetsem de yenemediğim bir anksiyete bozukluğuyla mücadele halindeyim.
Buradaki hayatımızda bizi ne bekliyor, ne nasıl olacak, nasıl yapacağız diye esim de ben de zaman zaman yoğun bir şekilde kendimizi dertlenirken buluyoruz.
- Dil öğrenip gerekli sertifikaları alıp acilen çalışmaya başlamamız lazım diye düşünüp kendimizi kasıyoruz.
-Yakında ilk çocuğumuz olacak inşallah.
-Bir yandan da kendime kızıyorum böyle düşünüp, her şeyi bir stres kaynağı haline getirdiğim için, imanımı sorguluyorum tam tevekkül edemediğimi fark edip daha çok üzülüyorum. Ben bu çıkmazdan nasıl kurtulabilirim?
CEVAP
Bu tür sorunlarda, yaşadığımız olaylarla birlikte onları anlamlandırma ve çözüm bulma yöntemlerimiz de oldukça etkilidir. Tevekkül ettiğim halde kaygı yaşıyorum diyorsam bu bir taraftan suçluluk ve başarısızlık hissinden dolayı kaygımı arttırır, kaygım arttıkça imanımı ve tevekkülümü daha çok sorgularım, imanımı ve tevekkülümü daha çok sorguladıkça da kaygım ve anksiyetem daha da artar ve bir kısır döngüye hapsolurum.
Dindar olunca psikoloğa gitmeye gerek yoktur anlayışı genel bir kanıdır. “Namaz kılan insanın terapiye ihtiyacı yoktur, inanan insanın hiç psikologla işi olur mu?” gibi ifadelerin yanlışlığı herhalde benimsenmiştir artık.
Her insanın kendine göre kabulleri ve dini algılayışları, seviyeleri vardır. Her insanın farklılaşan inançları vardır. Bunları aile, gelenekler, dini algı gibi faktörler etkiler. Kuran’daki ayetlere baktığımızda ise, insan psikolojisi konusunda bugünkü psikolojinin söyledikleriyle paralel şeyler söylediğini görürüz. Pek çok uzun ve hikaye temelli hadisi şeriflerde Peygamber Efendimizin metaforlar ve olgular üzerinden sahabe efendilerimizi psikolojik olarak rahatlattığını, onları rehabilite ettiğini görebiliriz. Bir nevi ruh sağlıklarının sağlam temeller üzerine oturması için onlara terapi uyguladığını...
Bu anlamda bir birey yaşadığı travmalardan ve sürekli devam eden stresli hallerden dolayı tam tevekkül ettiği halde pekala panik atak veya anksiyete yaşayabilir. Sizinle aynı durumda olan bir başkası yaşamadığı halde de siz yaşayabilirsiniz. Herkesin tahammül gücü aynı olmak zorunda değildir ve bu dini bir vecibe de değildir.
Bu durum onun sizden daha üstün ve tevekküllü bir birey/müslüman olduğu anlamına da gelmez. Bu konulardaki kabullerimiz iyileşme sürecimizi de hızlandıracaktır.
Anksiyete (kaygı) bozukluğu yaşayan kişiler panik seviyelerinin yükseldiği kriz durumlarında sanki çok kötü bir şey olacakmış duygusuna kapılarak içinde bulundukları durumu olduğundan daha kötü, tehlikeli görme eğilimindedirler. Anksiyete bozukluğu yaşayan kişilerde bu his o kadar kuvvetlidir ki sanki hiç geçmeyecekmiş gibi gelir ancak anksiyete bozuklukları çoğunlukla bilişsel davranışçı terapi uygulamalarıyla rahatlıkla kontrol altına alınabilir.
Anksiyete, şiddetli bir korku ve panik duygusu hissidir. Çoğu kişi yaşamdaki önemli olaylar öncesinde kendisini korkmuş, telaşlı hissedebilir. Bu doğal bir duygu durumudur. Beklenen önemli olay sona erdiğinde korku, panik ve anksiyete duyguları da sona erer. Ancak kişi, korku ve panik duygusunu beklenen olay geçtikten sonra bile yaşam kalitesini bozacak düzeyde hissediyorsa kişide bir anksiyete problemi olduğundan söz edilebilir.
Anksiyete bozukluklarının neden kaynaklandığı tam olarak bilinememekle birlikte travmatik yaşam olaylarının ve genetik yatkınlığın anksiyete bozukluklarına neden olduğu düşünülmektedir.
Eğer anksiyete bozukluğu yaşadığınızı düşünüyorsanız internet üzerinden anksiyete bozukluğu testi yapabilir ve test sonuçlarınızı bir psikiyatriste gösterebilirsiniz. Eğer bir psikiyatristiniz yoksa aile hekiminizden sizi yönlendirmesini isteyebilirsiniz.
Yaşadığınız hayatta alternatifler ne kadar fazlaysa aynı şekilde kaygı da o kadar fazla olmaktadır. Kişilik özellikleri de kararın doğru verilmesinde etkilidir. Detaycılık, sorumluluk duygusu ve mümkün mertebe iyisini yapmaya çalışmak verilen kararları olumlu olarak etkilerken bu hususlarda aşırılık, kısacası aşırı tedbircilik kaygı seviyesini yükseltir. İlerisini görememek de tedbirin yol açtığı kaygıyı artırır.
Her şeyi yaratana tevekkül ederken bir yandan da gayret etmeye devam etmelidir.
Karar vermekte zorlandığınızda ya da önemli kararlar verirken bilgili feraset sahibi kişilerle istişare etmelidir. Bu da aslında kaygıyı azaltan etmenlerden biridir.
Kazanmak kadar kaybetmenin de dünya hayatının bir parçası olduğunu, verenin de alanın da O (cc) olduğu bilinmelidir.
Problemlerle karşılaştığınızda fevri olmaktan kaçınılmalıdır.
Anksiyete & Panik Atak Krizi Sırasında Ne Yapılmalı?
1. Anksiyete krizinin başladığını hissettiğinizde 3-3- 3 kuralını uygulayın.
Etrafınıza bakın ve gördüğünüz üç şeyin ismini söyleyin. Ardından duyduğunuz üç sesi söyleyin. Son olarak vücudunuzdaki üç bölümü; bileklerinizi, parmaklarınızı ve kolunuzu oynatın. Bir anksiyete krizinin başladığını hissettiğiniz anda bu kuralı uygulamanız zihninizde ışık hızıyla dönen kaygılı düşüncelerden kurtulmanıza ve sakinleşmenize yardımcı olacaktır.
2. Ayağa kalkın ve vücudunuzu dik tutun.
Kaygılı ya da korkmuş olduğumuz zamanlarda bilinç altından gelen bir motivasyonla öne eğilerek kalbimizin ve akciğerlerimizin bulunduğu vücudumuzun üst kısmını korumaya çalışırız. Bu doğal reaksiyona anlık bir çözüm olarak omuzlarınızı geriye atın ve vücudunuz dik bir şekilde ayağa kalkın. Böylece vücudunuza her şeyin normal olduğu mesajını vererek sakinleşmenize yardımcı olabilirsiniz.
3. İçinde bulunduğunuz an’a odaklanın.
Anksiyete geleceğe odaklı bir zihin durumudur. Biraz sonra olacaklar hakkında kaygılanmak yerine kendinizi şu an’a odaklayın. Kendinize “Şu anda tam olarak ne oluyor?”, “Güvende miyim?”, “Şu anda yapmam gereken bir şey var mı?” diye sorun. Kaygılanmanıza neden olacak bir şey olmadığını kendinize bilinçli olarak hatırlatın. Gerekirse günün farklı bir saatinde kaygılarınızı yeniden değerlendirmek için kendinizden bir “randevu” alın. Böylece aklınızda dolaşan, olma ihtimali uzak senaryoları belirli bir saat dilimine yönlendirip sakin bir şekilde gününüze devam edebilirsiniz.
4. Derin nefes alıp verin.
Derin nefes alıp vermek sakinleşmenize yardımcı olur. Farklı egzersizlerde olduğu gibi belirli bir sayıda nefes alıp vermeye odaklanarak kaygılanmanıza gerek yok, alıp verdiğiniz nefeslerin derin ve eşit olması yeterli. Böylece sakinleşerek yeniden odaklanmayı sağlayabilirsiniz.
5. Yaşadıklarınızı yeniden isimlendirin.
Panik ataklar, kendinizi sanki bir kalp krizi geçiriyormuşsunuz, ölecekmişsiniz gibi hissetmenize neden olabilir. Böyle anlarda kendinize yaşadığınız şeyin bir panik atak olduğunu, bunun aslında zararsız ve geçici bir durum olduğunu ve yapmanız gereken hiçbir şey olmadığını hatırlatın. Yaşadığınız fiziksel belirtilerin yaklaşan ölümün habercisi değil, sizi hayatta tutan savaş & kaç mekanizmasının belirtileri olduğunu tekrarlayın.
6. Düşüncelerinizin doğruluğunu yeniden kontrol edin.
Anksiyete yaşayan kişiler genellikle olabilecek en kötü olasılığa odaklandıkları için kendilerini muazzam bir kaygı içinde bulurlar. Bu düşüncelerinizin ne kadar gerçekçi olduğunu yeniden değerlendirin. Örneğin iş yerinde yapmanız gereken bir sunum sizde anksiyeteye neden oluyorsa başarısız olacağınızı değil bu sunuma hazırlıklı olduğunuzu, bazı şeyler kötü gitse de sonunda başarılı olacağınızı düşünün. Korkularınızı yeniden değerlendirmek beyninizi kaygı verici düşüncelere karşı eğitebilmenize yardımcı olur.
7. Kendinizi meşgul edin.
Ayağa kalkın, küçük bir yürüyüşe çıkın ya da o anda dikkatinizi dağıtmanızı sağlayacak fiziksel bir şey ile meşgul olun. Zihninizi öğrendiği kaygılı düşünce kalıplardan uzaklaştırmanız kontrolü yeniden elinize almanızı sağlayacaktır.
8. Krizin başlayacağını hissettiğiniz anda şekerden uzak durun.
Her ne kadar stresli olduğumuz zamanlarda bir parça çikolataya uzanmak birçoğumuzun aklına gelen ilk şey olsa da araştırmalar fazla şeker tüketiminin anksiyeteyi kötü etkilediğini gösteriyor. Bir anksiyete atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda şekerli gıdalara yönelmek yerine bir bardak su için ya da protein oranı yüksek besinler tüketin. Proteinli besinlerin sindirimi daha yavaş olacağı için vücudunuz buradan gelen enerjiyi kendisini toplarken kullanabilecektir.
9. Yakınlarınızı arayarak ikinci bir fikir alın.
Yakın bir arkadaşınızı ya da ailenizden birini arayarak aklınızdan geçen kaygılı düşünceleri onlarla da paylaşın. Düşüncelerinizi sesli bir şekilde başka birine söylemeniz, bu düşüncelere sizin de yeni bir bakış açısıyla bakmanıza yardımcı olacaktır.
10. Komik bir video seyredin.
Araştırmalar, gülmenin psikolojik ve fiziksel sağlığımız için birçok pozitif etkisinin yanında anksiyeteyi azaltmakta da etkili olduğunu gösteriyor. Anksiyete atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda dikkatinizi kaygılı düşüncelerden komik bir videoyla uzaklaştırmak hem rahatlamanıza hem de gülümsemenize yardımcı olacaktır.
PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ
-Bulunduğumuz ülkeye geleli bir yıl oldu.
-Yakın zamanda panik atak geçirdim ve ne kadar şükrettiğimi zannetsem de yenemediğim bir anksiyete bozukluğuyla mücadele halindeyim.
Buradaki hayatımızda bizi ne bekliyor, ne nasıl olacak, nasıl yapacağız diye esim de ben de zaman zaman yoğun bir şekilde kendimizi dertlenirken buluyoruz.
- Dil öğrenip gerekli sertifikaları alıp acilen çalışmaya başlamamız lazım diye düşünüp kendimizi kasıyoruz.
-Yakında ilk çocuğumuz olacak inşallah.
-Bir yandan da kendime kızıyorum böyle düşünüp, her şeyi bir stres kaynağı haline getirdiğim için, imanımı sorguluyorum tam tevekkül edemediğimi fark edip daha çok üzülüyorum. Ben bu çıkmazdan nasıl kurtulabilirim?
CEVAP
Bu tür sorunlarda, yaşadığımız olaylarla birlikte onları anlamlandırma ve çözüm bulma yöntemlerimiz de oldukça etkilidir. Tevekkül ettiğim halde kaygı yaşıyorum diyorsam bu bir taraftan suçluluk ve başarısızlık hissinden dolayı kaygımı arttırır, kaygım arttıkça imanımı ve tevekkülümü daha çok sorgularım, imanımı ve tevekkülümü daha çok sorguladıkça da kaygım ve anksiyetem daha da artar ve bir kısır döngüye hapsolurum.
Dindar olunca psikoloğa gitmeye gerek yoktur anlayışı genel bir kanıdır. “Namaz kılan insanın terapiye ihtiyacı yoktur, inanan insanın hiç psikologla işi olur mu?” gibi ifadelerin yanlışlığı herhalde benimsenmiştir artık.
Her insanın kendine göre kabulleri ve dini algılayışları, seviyeleri vardır. Her insanın farklılaşan inançları vardır. Bunları aile, gelenekler, dini algı gibi faktörler etkiler. Kuran’daki ayetlere baktığımızda ise, insan psikolojisi konusunda bugünkü psikolojinin söyledikleriyle paralel şeyler söylediğini görürüz. Pek çok uzun ve hikaye temelli hadisi şeriflerde Peygamber Efendimizin metaforlar ve olgular üzerinden sahabe efendilerimizi psikolojik olarak rahatlattığını, onları rehabilite ettiğini görebiliriz. Bir nevi ruh sağlıklarının sağlam temeller üzerine oturması için onlara terapi uyguladığını...
Bu anlamda bir birey yaşadığı travmalardan ve sürekli devam eden stresli hallerden dolayı tam tevekkül ettiği halde pekala panik atak veya anksiyete yaşayabilir. Sizinle aynı durumda olan bir başkası yaşamadığı halde de siz yaşayabilirsiniz. Herkesin tahammül gücü aynı olmak zorunda değildir ve bu dini bir vecibe de değildir.
Bu durum onun sizden daha üstün ve tevekküllü bir birey/müslüman olduğu anlamına da gelmez. Bu konulardaki kabullerimiz iyileşme sürecimizi de hızlandıracaktır.
Anksiyete (kaygı) bozukluğu yaşayan kişiler panik seviyelerinin yükseldiği kriz durumlarında sanki çok kötü bir şey olacakmış duygusuna kapılarak içinde bulundukları durumu olduğundan daha kötü, tehlikeli görme eğilimindedirler. Anksiyete bozukluğu yaşayan kişilerde bu his o kadar kuvvetlidir ki sanki hiç geçmeyecekmiş gibi gelir ancak anksiyete bozuklukları çoğunlukla bilişsel davranışçı terapi uygulamalarıyla rahatlıkla kontrol altına alınabilir.
Anksiyete, şiddetli bir korku ve panik duygusu hissidir. Çoğu kişi yaşamdaki önemli olaylar öncesinde kendisini korkmuş, telaşlı hissedebilir. Bu doğal bir duygu durumudur. Beklenen önemli olay sona erdiğinde korku, panik ve anksiyete duyguları da sona erer. Ancak kişi, korku ve panik duygusunu beklenen olay geçtikten sonra bile yaşam kalitesini bozacak düzeyde hissediyorsa kişide bir anksiyete problemi olduğundan söz edilebilir.
Anksiyete bozukluklarının neden kaynaklandığı tam olarak bilinememekle birlikte travmatik yaşam olaylarının ve genetik yatkınlığın anksiyete bozukluklarına neden olduğu düşünülmektedir.
Eğer anksiyete bozukluğu yaşadığınızı düşünüyorsanız internet üzerinden anksiyete bozukluğu testi yapabilir ve test sonuçlarınızı bir psikiyatriste gösterebilirsiniz. Eğer bir psikiyatristiniz yoksa aile hekiminizden sizi yönlendirmesini isteyebilirsiniz.
Yaşadığınız hayatta alternatifler ne kadar fazlaysa aynı şekilde kaygı da o kadar fazla olmaktadır. Kişilik özellikleri de kararın doğru verilmesinde etkilidir. Detaycılık, sorumluluk duygusu ve mümkün mertebe iyisini yapmaya çalışmak verilen kararları olumlu olarak etkilerken bu hususlarda aşırılık, kısacası aşırı tedbircilik kaygı seviyesini yükseltir. İlerisini görememek de tedbirin yol açtığı kaygıyı artırır.
Her şeyi yaratana tevekkül ederken bir yandan da gayret etmeye devam etmelidir.
Karar vermekte zorlandığınızda ya da önemli kararlar verirken bilgili feraset sahibi kişilerle istişare etmelidir. Bu da aslında kaygıyı azaltan etmenlerden biridir.
Kazanmak kadar kaybetmenin de dünya hayatının bir parçası olduğunu, verenin de alanın da O (cc) olduğu bilinmelidir.
Problemlerle karşılaştığınızda fevri olmaktan kaçınılmalıdır.
Anksiyete & Panik Atak Krizi Sırasında Ne Yapılmalı?
1. Anksiyete krizinin başladığını hissettiğinizde 3-3- 3 kuralını uygulayın.
Etrafınıza bakın ve gördüğünüz üç şeyin ismini söyleyin. Ardından duyduğunuz üç sesi söyleyin. Son olarak vücudunuzdaki üç bölümü; bileklerinizi, parmaklarınızı ve kolunuzu oynatın. Bir anksiyete krizinin başladığını hissettiğiniz anda bu kuralı uygulamanız zihninizde ışık hızıyla dönen kaygılı düşüncelerden kurtulmanıza ve sakinleşmenize yardımcı olacaktır.
2. Ayağa kalkın ve vücudunuzu dik tutun.
Kaygılı ya da korkmuş olduğumuz zamanlarda bilinç altından gelen bir motivasyonla öne eğilerek kalbimizin ve akciğerlerimizin bulunduğu vücudumuzun üst kısmını korumaya çalışırız. Bu doğal reaksiyona anlık bir çözüm olarak omuzlarınızı geriye atın ve vücudunuz dik bir şekilde ayağa kalkın. Böylece vücudunuza her şeyin normal olduğu mesajını vererek sakinleşmenize yardımcı olabilirsiniz.
3. İçinde bulunduğunuz an’a odaklanın.
Anksiyete geleceğe odaklı bir zihin durumudur. Biraz sonra olacaklar hakkında kaygılanmak yerine kendinizi şu an’a odaklayın. Kendinize “Şu anda tam olarak ne oluyor?”, “Güvende miyim?”, “Şu anda yapmam gereken bir şey var mı?” diye sorun. Kaygılanmanıza neden olacak bir şey olmadığını kendinize bilinçli olarak hatırlatın. Gerekirse günün farklı bir saatinde kaygılarınızı yeniden değerlendirmek için kendinizden bir “randevu” alın. Böylece aklınızda dolaşan, olma ihtimali uzak senaryoları belirli bir saat dilimine yönlendirip sakin bir şekilde gününüze devam edebilirsiniz.
4. Derin nefes alıp verin.
Derin nefes alıp vermek sakinleşmenize yardımcı olur. Farklı egzersizlerde olduğu gibi belirli bir sayıda nefes alıp vermeye odaklanarak kaygılanmanıza gerek yok, alıp verdiğiniz nefeslerin derin ve eşit olması yeterli. Böylece sakinleşerek yeniden odaklanmayı sağlayabilirsiniz.
5. Yaşadıklarınızı yeniden isimlendirin.
Panik ataklar, kendinizi sanki bir kalp krizi geçiriyormuşsunuz, ölecekmişsiniz gibi hissetmenize neden olabilir. Böyle anlarda kendinize yaşadığınız şeyin bir panik atak olduğunu, bunun aslında zararsız ve geçici bir durum olduğunu ve yapmanız gereken hiçbir şey olmadığını hatırlatın. Yaşadığınız fiziksel belirtilerin yaklaşan ölümün habercisi değil, sizi hayatta tutan savaş & kaç mekanizmasının belirtileri olduğunu tekrarlayın.
6. Düşüncelerinizin doğruluğunu yeniden kontrol edin.
Anksiyete yaşayan kişiler genellikle olabilecek en kötü olasılığa odaklandıkları için kendilerini muazzam bir kaygı içinde bulurlar. Bu düşüncelerinizin ne kadar gerçekçi olduğunu yeniden değerlendirin. Örneğin iş yerinde yapmanız gereken bir sunum sizde anksiyeteye neden oluyorsa başarısız olacağınızı değil bu sunuma hazırlıklı olduğunuzu, bazı şeyler kötü gitse de sonunda başarılı olacağınızı düşünün. Korkularınızı yeniden değerlendirmek beyninizi kaygı verici düşüncelere karşı eğitebilmenize yardımcı olur.
7. Kendinizi meşgul edin.
Ayağa kalkın, küçük bir yürüyüşe çıkın ya da o anda dikkatinizi dağıtmanızı sağlayacak fiziksel bir şey ile meşgul olun. Zihninizi öğrendiği kaygılı düşünce kalıplardan uzaklaştırmanız kontrolü yeniden elinize almanızı sağlayacaktır.
8. Krizin başlayacağını hissettiğiniz anda şekerden uzak durun.
Her ne kadar stresli olduğumuz zamanlarda bir parça çikolataya uzanmak birçoğumuzun aklına gelen ilk şey olsa da araştırmalar fazla şeker tüketiminin anksiyeteyi kötü etkilediğini gösteriyor. Bir anksiyete atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda şekerli gıdalara yönelmek yerine bir bardak su için ya da protein oranı yüksek besinler tüketin. Proteinli besinlerin sindirimi daha yavaş olacağı için vücudunuz buradan gelen enerjiyi kendisini toplarken kullanabilecektir.
9. Yakınlarınızı arayarak ikinci bir fikir alın.
Yakın bir arkadaşınızı ya da ailenizden birini arayarak aklınızdan geçen kaygılı düşünceleri onlarla da paylaşın. Düşüncelerinizi sesli bir şekilde başka birine söylemeniz, bu düşüncelere sizin de yeni bir bakış açısıyla bakmanıza yardımcı olacaktır.
10. Komik bir video seyredin.
Araştırmalar, gülmenin psikolojik ve fiziksel sağlığımız için birçok pozitif etkisinin yanında anksiyeteyi azaltmakta da etkili olduğunu gösteriyor. Anksiyete atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda dikkatinizi kaygılı düşüncelerden komik bir videoyla uzaklaştırmak hem rahatlamanıza hem de gülümsemenize yardımcı olacaktır.
PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ
Almanya'da hamilelik ve doğum süreci
Öncelikle bebeğinizin gelişini kutlarız. Size ve ailenize hayırlı olmasını dileriz. 🍀
🌷Almanya'da hamilelik ve doğum süreci;
- Bu süreçte sahip olduğunuz yasal hakları öğrenmeniz birçok anlamda işinizi kolaylaştıracaktır. Oturum almadıysanız ve belirsizlikler adına kafanız karışıksa, çocuğunuz olması durumunda ne tür haklarınız olacak öğrenmenizde fayda olacaktır. Burası tam anlamda bir danışmanlık platformu olmadığı için, kesin bir bilgi sunmak mümkün değil ancak aynı durumda olan arkadaşlardan öğrendiğimiz kadarıyla, burada doğan çocuk vesilesiyle çocuğunuz 18 yaşına gelene kadar bu ülkede oturum hakkına sahip oluyorsunuz.
- Heim'iniz ortak kullanımlı ise gerçekten bebek bakımı için uygun bir ortam olamayabilir. Hamileliğinizi bağlı bulunduğunuz resmi dairedeki memurunuzla paylaşın, doğum öncesi bebeğiniz için uygun bir mekana taşınmayı talep edebilirsiniz. Bu ülkede memur inisiyatifi çok önemli. Sizin memurunuz herhangi bir yönlendirmede bulunmazsa, kiliselerin ve çeşitli kurum ve derneklerin hamilelik danışma merkezlerine ve mülteci bürolarına başvuruda bulunabilirsiniz.
- Oturumu olan, hamile kişilere Job-com 600 Euro tutarında bir maddi destekte bulunuyor. Evangelische kilisesi, Katholische kilisesi, Caritas, Donum Vitae benzeri kurumların (bu kuruluşları bulunduğunuz yerden taşınmak için de danışma amaçlı kullanabilirsiniz) Schwangerschaft Beratung birimleri de maddi bir ödenek ayırıyor hamileler için. Bunun için oturum şartı yok diye biliyoruz. Sormakta fayda var. Bu kurumlardan sadece birini seçiyorsunuz. Arada ne tür bir fark var emin değiliz. Hepsinden yardım alınmıyor. Evangelische Kilisesi 450 Euro tutarında bir yardımda bulunuyor. (Hangi eyalet ve şehirdesiniz bilemiyoruz, o nedenle bu sizin bölgenize göre değişiklik gösterebilir)
- Bu tür maddi haklarınızı kullanmanız, sizi gebelik ve sonraki süreçte ferahlatacaktır.
- Bir an evvel iş bulup çalışma konusuna gelince, hamile olduğunuz için kurstan muafsınız. Çocuğunuz 3 yaşına gelene kadar dil kursu ile ilgili yasal bir zorunluğunuz yok. Elbette sağlığınız ve şartlarınız elverirse gidebilirsiniz. Sadece bu hakkınızı bilin ve kendinizi dil kursu ve ardından hemen çalışma konusunda zorunlu hissedip sıkıntıya sokmayın.
- 3 yıllık oturum alan kişilere bile Almanya entegre olma (dil kursu bitirme ve iş bulma) için 3 yıllık bir süre tanıyor. Değerlendirme bu 3 yıl sonunda oluyor. Sizin sürecinizin ayrıntılarını bilmiyoruz ama acele edip kendinizi strese sokmanıza gerek yok. Hele ki hamile olduğunuz için daha sükunete, dinginliğe ihtiyacınız var.
- İlk gebeliğiniz olduğu için, doğum öncesi eşinizle beraber Geburtsvorbereitung denilen doğuma hazırlık kurslarına görmenizi tavsiye ederim. Bu kurslar, hastaneler ve yukarıda bahsettiğim kurumlar tarafından sunuluyor. Kimi sigorta kapsamında ücretsiz, kimi ücretli oluyor. Bu kurs sizin, eşiniz ve doğacak bebeğiniz için çok faydalı olacaktır. Sizi neyin beklediğini bilmek rahatlatıcı olacaktır. Almanca seviyenizin bu kursu anlamak için yeterli olmadığını düşünüyorsanız da belki bir tercüman eşliğinde katılabilirsiniz.
- Doğum sonrası size destek için bir ebe sigorta kapsamında ücretsiz olarak evinize 30 defa ev ziyareti gerçekleştiriyor. Bu ebeyi kendiniz buluyorsunuz. Ülkede ebe sayısı yeterli olmadığı için şimdiden (doğumunuza ne kadar var bilmiyoruz ama) bulmanızda fayda var. Kimi şehirlerde Türk ebeler de oluyor. Ya da İngilizce bilenler... Hebamme (Almanca ebe demek) ve şehrinizin adını yazarak Google da ebeleri ve iletişim bilgilerini bulabilirsiniz. Birebir mail ya da telefonla iletişime geçip sizin doğum tarihiniz için çalışma takvimi uygun bir ebe bulabilirsiniz. Bu hizmet sizi özellikle lohusalık döneminizde çok rahatlatacaktır. Emzirme, bebek bakımı, sizin sağlık kontrolünüz bu ebe tarafından evinizde güvenle yapılır. Ailenizin yanınızda olması elbette güzel bir seçenektir ve böylesi bir profesyonel destek de sizi rahatlatacaktır.
🌷Almanya'da hamilelik ve doğum süreci;
- Bu süreçte sahip olduğunuz yasal hakları öğrenmeniz birçok anlamda işinizi kolaylaştıracaktır. Oturum almadıysanız ve belirsizlikler adına kafanız karışıksa, çocuğunuz olması durumunda ne tür haklarınız olacak öğrenmenizde fayda olacaktır. Burası tam anlamda bir danışmanlık platformu olmadığı için, kesin bir bilgi sunmak mümkün değil ancak aynı durumda olan arkadaşlardan öğrendiğimiz kadarıyla, burada doğan çocuk vesilesiyle çocuğunuz 18 yaşına gelene kadar bu ülkede oturum hakkına sahip oluyorsunuz.
- Heim'iniz ortak kullanımlı ise gerçekten bebek bakımı için uygun bir ortam olamayabilir. Hamileliğinizi bağlı bulunduğunuz resmi dairedeki memurunuzla paylaşın, doğum öncesi bebeğiniz için uygun bir mekana taşınmayı talep edebilirsiniz. Bu ülkede memur inisiyatifi çok önemli. Sizin memurunuz herhangi bir yönlendirmede bulunmazsa, kiliselerin ve çeşitli kurum ve derneklerin hamilelik danışma merkezlerine ve mülteci bürolarına başvuruda bulunabilirsiniz.
- Oturumu olan, hamile kişilere Job-com 600 Euro tutarında bir maddi destekte bulunuyor. Evangelische kilisesi, Katholische kilisesi, Caritas, Donum Vitae benzeri kurumların (bu kuruluşları bulunduğunuz yerden taşınmak için de danışma amaçlı kullanabilirsiniz) Schwangerschaft Beratung birimleri de maddi bir ödenek ayırıyor hamileler için. Bunun için oturum şartı yok diye biliyoruz. Sormakta fayda var. Bu kurumlardan sadece birini seçiyorsunuz. Arada ne tür bir fark var emin değiliz. Hepsinden yardım alınmıyor. Evangelische Kilisesi 450 Euro tutarında bir yardımda bulunuyor. (Hangi eyalet ve şehirdesiniz bilemiyoruz, o nedenle bu sizin bölgenize göre değişiklik gösterebilir)
- Bu tür maddi haklarınızı kullanmanız, sizi gebelik ve sonraki süreçte ferahlatacaktır.
- Bir an evvel iş bulup çalışma konusuna gelince, hamile olduğunuz için kurstan muafsınız. Çocuğunuz 3 yaşına gelene kadar dil kursu ile ilgili yasal bir zorunluğunuz yok. Elbette sağlığınız ve şartlarınız elverirse gidebilirsiniz. Sadece bu hakkınızı bilin ve kendinizi dil kursu ve ardından hemen çalışma konusunda zorunlu hissedip sıkıntıya sokmayın.
- 3 yıllık oturum alan kişilere bile Almanya entegre olma (dil kursu bitirme ve iş bulma) için 3 yıllık bir süre tanıyor. Değerlendirme bu 3 yıl sonunda oluyor. Sizin sürecinizin ayrıntılarını bilmiyoruz ama acele edip kendinizi strese sokmanıza gerek yok. Hele ki hamile olduğunuz için daha sükunete, dinginliğe ihtiyacınız var.
- İlk gebeliğiniz olduğu için, doğum öncesi eşinizle beraber Geburtsvorbereitung denilen doğuma hazırlık kurslarına görmenizi tavsiye ederim. Bu kurslar, hastaneler ve yukarıda bahsettiğim kurumlar tarafından sunuluyor. Kimi sigorta kapsamında ücretsiz, kimi ücretli oluyor. Bu kurs sizin, eşiniz ve doğacak bebeğiniz için çok faydalı olacaktır. Sizi neyin beklediğini bilmek rahatlatıcı olacaktır. Almanca seviyenizin bu kursu anlamak için yeterli olmadığını düşünüyorsanız da belki bir tercüman eşliğinde katılabilirsiniz.
- Doğum sonrası size destek için bir ebe sigorta kapsamında ücretsiz olarak evinize 30 defa ev ziyareti gerçekleştiriyor. Bu ebeyi kendiniz buluyorsunuz. Ülkede ebe sayısı yeterli olmadığı için şimdiden (doğumunuza ne kadar var bilmiyoruz ama) bulmanızda fayda var. Kimi şehirlerde Türk ebeler de oluyor. Ya da İngilizce bilenler... Hebamme (Almanca ebe demek) ve şehrinizin adını yazarak Google da ebeleri ve iletişim bilgilerini bulabilirsiniz. Birebir mail ya da telefonla iletişime geçip sizin doğum tarihiniz için çalışma takvimi uygun bir ebe bulabilirsiniz. Bu hizmet sizi özellikle lohusalık döneminizde çok rahatlatacaktır. Emzirme, bebek bakımı, sizin sağlık kontrolünüz bu ebe tarafından evinizde güvenle yapılır. Ailenizin yanınızda olması elbette güzel bir seçenektir ve böylesi bir profesyonel destek de sizi rahatlatacaktır.
18 Nisan 2019 Perşembe
Herkes Kimsenin Sağ Kalmadığını Bilir de Kendisinin Öleceğine İnanmak İstemez.
SORU
Merhaba iyi aksamlar. Öncelikle bu grubu kurduğunuz için Allah razı olsun. Benim aylardır bir derdim var, panik atak tarzı ve psikolojik bir ölüm korkusu.. Ölümün hak olduğunu biliyorum, şükür ama bu tedirginliğim korkum nedendir anlayamıyorum ve sonucunda nefesim kesiliyor ve rahatsızlanıyorum.. Geçmesi biraz zaman alıyor, tam toparlanıyorum ama yaşantımdan yine bir şey tetikliyor ve ben yine ayni korkular ve sıkıntılarla boğuşuyorum. Artık çok yoruldum yıldım.. Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. İnternetten araştırdığım kadarıyla başka bir bilgim ve çözümüm yok... Önerilerinize ve yardımlarınıza açığım, çok teşekkür ederim şimdiden...
CEVAP
Ölüm endişesi elbette insanların en fıtrî kaygıları, en vicdanî tedirginliklerini seslendiren derin bir yaradır. İnsanların yaratılışları gereği olarak hissettikleri şeyler onların yanlışlıklarını değil, doğruluklarının tescilidir. Buna göre, insanlarda yaratılıştan var olan ölüm endişesi, aslında ölümün kendisine karşı duyulan bir korku değil, insanların hiç olup yok olmaktan, bir daha dirilmemek üzere toprak olmaktan korktuklarının bir göstergesidir.
Gözün varlığı güneşe, kulağın varlığı havaya, midenin varlığı gıdaya işaret ettiği gibi, ölüm endişesi de -yok olmanın zıddı olan- bekaya, sürekli var olmaya, yeni bir hayatın olacağına kuvvetli bir işarettir.
” Herkes Kimsenin Sağ Kalmadığını Bilir de Kendisinin Öleceğine İnanmak İstemez. ” (Namık Kemal)
Psikolojik olarak ölümü inceleyeceksek akla gelecek olan ilk şey ‘ çelişki ’ olmalıdır. İnsanoğlu varlığının bir gün sona ereceğini bilir ve kabullenir, bu durum gayet normalken bir yandan da hiç ölümü hesaba katmadan yaşamaya devam eder, ölüm düşüncesini bir noktada erteler, bastırır ve inkar eder. ‘Ölüm’ ün ‘Korku’ oluşturması gayet normal bir sonuçtur. İnsanda kaygı doğrun durumlar genel olarak sonunu bilemediği durumlara karşı gelişir. Çoğu anksiyete (kaygı)bozukluğunda karşımıza çıkan sorunların altında yatan en büyük etmen kişinin başına neyin, ne şekilde geleceği ve sonunun ne olacağını bilmemesinden kaynaklanır. Örneğin uçak fobisi olan bir insanın uçağa binerken korkudan kalp krizi geçirir miyim diye düşünmesi, uçak kalktıktan sonra bayılır mıyım, uçak bozulur mu, gideceğimiz rotaya söylenilen saatte ulaşacak mıyız, ya pilot teknik bir hata yaparsa… gibi soruların cevaplarını bulamaz ve bu soruları düşünerek yaşadığı kaygı ve korkuyu büyütür.
Ölüm esnasında ne yaşanılacağını bilmemek, hatta ne şekilde öleceğini bilememek kişide son derece korku ve kaygı oluşturan bir durum olabilir. Ölümden sonra yakın çevresi neler düşünecek, neler yapacak, ölümden sonra fizyolojik olarak ne şekilde olacak, nereye gidecek, ölüm anında canı yanacak mı, tamamen yok mu olacak…? kişi bu soruların cevabını tam olarak bilemez ve anlamlandıramaz. Sevdiklerinin onu özleyeceğini, kendisinin de sevdiklerini özleyecek olması düşüncesi kişiyi en çok bunaltan düşüncedir.
Ölüm kavramı her kültürde farklı hatta her insan için farklı yorumlara tabiidir. Kimi için kurtuluş sayılırken kimisine göre yeni bir başlangıç, kimine göre cezaların ve günahların hesabının yapılacağı vakit ve sonraki hayat anlamını ifade eder. Kimisine göre tamamen bir son kabul edilir. Dini açıdan da bakıldığı zaman her insanın belirli bir süresi vardır ve hayat sonlanan bir olgudur. Dini açıdan yanlışları, günahları olan insanlar tövbe ederek, dua ederek, ibadet ederek bir nebze kendilerini psikolojik olarak rahatlatır ve Yaratıcıyla bir bağ kurarak ölümden sonraki hayat için bir şeyler yapmış olurlar. Çoğu zaman inancı olan kişilerin dua, ibadet yöntemleri ile umutsuzluklarıyla baş edebildiklerini görürüz. Sığınacak bir liman, derdini anlatacak, bir şeyler dileyebilecek bir ortam insanın zor zamanında her zaman rahatlatan bir durumdur.
Ölüm Korkusu çoğu insanda vardır (çoğu insan bunu inkar etse de ) ancak kimi insanlar bu korkuyu daha yoğun yaşamaktadırlar. Bu durum psikolojik rahatsızlık boyutuna ulaştığında genellikle ‘ Panik Atak ’ olarak kendini göstermektedir. İnsanın bedensel olarak ölüme yaklaştığını hissettiren belirtiler sonrasında panik atak geçiren kişiler dini kurallara uymaya başlayabilir ve daha sağlıklı ve düzgün bir yaşam tarzına geçiş yapmaya çalışırlar. Panik Atak esnasında öleceğini düşünen kişide pişmanlık ve keşke’ ler başlar. Panik atak dışında yine ölüm korkusunun üst seviyede mevcut olma durumu kişide başka psikolojik rahatsızlıklara yol açabilmektedir.
Daha düzgün yaşayan, haksızlık yapmayan, sevdiklerini sık sık arayıp soran, iyilik yapan, insanları eleştirmeyen, hayata iyimser yaklaşan, kendinden ödün veren, sade bir yaşantıyı seçen, bu hayata bir şeyler katmayı ve bırakmayı hedefleyen insanlarda ölüm korkusu daha yanlış ve düzensiz bir hayat yaşayan insana göre daha azdır. Ölüm olgusu bir yerde dünyayı daha dengeli ve merhametli bir alana çevirir. Sonsuz bir hayat algısı kişilerde doyumsuzluk, vicdansızlık, korkusuzluk gibi duyguları arttıracak ve içinden çıkılamayacak bir ortam oluşturacaktı.
Kimler Ölümden Daha Fazla Korkuyor ?
Araştırmalara göre evlat sahibi olan kimseler, zengin olup daha çok para kazanma hırsına sahip olan kişiler, dini inancı olup da dinin kurallarını yerine getirmeyen kimseler, batı toplumları doğu toplumlarına göre daha fazla ölüm korkusu taşımaktadır.
Ölümsüzlük icat edilemeyeceği için öncelikle insanoğlunun ölümü kabul edip daha düzgün bir hayat yaşam tarzını benimsemesi gerekir. Unutmak da doğru değil sürekli ölüm düşüncesiyle yaşamak da… Doğru olan nokta hem ölüm varmışçasına yaşamak hem de bu dünyaya için bir şeyler yapmak, insanlığa fayda sağlayacak işlerde bulunmak olacaktır. İyi evlatlar yetiştirmek, yoksul insanlara yardım etmek, sokaktaki hayvanları beslemek, ağaç dikmek, çalışmak, haksız kazan yapmamak, eş dost ziyareti yapmak, kimsesizlere yaşlıları ziyaret etmek vicdanımızın okşanmasına yol açar, yüreğimize su serper ve psikolojik olarak büyük rahatlama sağlar. Ayrıca yakınların, eş dostların cenaze törenlerine gitmesi de kişiyi zihinsel açıdan ölüm düşüncesine karşı nötralize eder. En temel korkularımızdan olan ‘ölüm’ diğer korkularımıza yol açan en temek korku türüdür. Ölüm korkusunu yenmek bir noktaya kadar gerekli ve mümkündür. Kişide bir nebze bile olsa ölüm korkusunun kalması bir sorun oluşturmaz ancak günlük hayatında büyük kaygı yaşatacak derecede bir korku yaşıyorsa bilişsel terapilerle büyük derecede iyileşme gösterebilirler.
CEVAP 2
Bir kere düşünün! Hiçbir şey yok olmadığı takdirde, daha ilk asırlarda, değil insanların yaşaması, bir sinek bile yaşama vasat ve imkânını bulamayacaktı. Canlılardan sadece karıncalar, otlardan sarmaşıklar, yeryüzünü hâkimiyetleri altında bulundurup; sonra da, hiçbir sarmaşık, çürümeseydi ve hiçbir karınca da ölmeseydi, bir asırda yeryüzünü saran sarmaşık ve karınca kalınlığı yüzlerce metreye ulaşırdı. Böylesine sevimsiz, korkunç bir tabloyu düşündükçe ölümün rahmet olduğunu, çürümenin hikmet olduğunu görmemek kabil mi?
Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buutları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencâmesinin bitimi demektir. Sonradan var olan her şey. aslında böyle bir “son” ve “bitim”yazısıyla dünyaya gelir.
Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her şey, bir damla gibi er geç toprağın bağına düşer, erir. Ve bir ırmak gibi er geç akar bir denize karışır.
Hele şimdi, müşâhede ettiğimiz kâinatın o akıllara durgunluk veren güzelliklerinden, kaçta kaçını karınca ve sarmaşık yumağının monoton çehresinde görebilirdik?.. En antika ve çarpıcı sanat eserlerinin teşhiri için açılan yeryüzü sergisinde bunlar mı gösterilecek!.. Her tarafta, güzelliklerin akislerini görüp durduğumuz muhteşem sanatkârın hangi güzelliğini bu karanlık simâda görecektik!.. Bu sevimsiz çehrede, değil kâinatın kuruluşuna vesîle âlî temâşâların bulunması, eğer yaşamaları kabil olsaydı, en sefil mahlûklar bile bu mezbelelikten kaçacaklardı..
Netice olarak diyebiliriz ki; bütün eşya, tertip, tanzim, sevk ve idâre edilmesi îtibariyle, selîm akıllara, zevkten anlayan gönüllere, şâirane ilhamlar bahşedecek kadar yerli yerinde ve mükemmeldir. Zerrelerin hareket ve çözülmelerinden, otların, ağaçların hâlden hâle geçmelerine; ırmakların fenâ bulma istikâmetinde denizlere koşmalarından, denizlerin,kendi aleyhlerine buharlaşıp bulutlara yükselmelerine kadar; hatta, oradan da baş aşağı, yeniden zemîne inerek toprağın bağrında eriyip gitmelerine kadar, her şey ciddî bir şevk içinde, bir keyfiyetten daha âlî diğer bir keyfiyete doğru koştuğu müşahede edilmektedir.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Merhaba iyi aksamlar. Öncelikle bu grubu kurduğunuz için Allah razı olsun. Benim aylardır bir derdim var, panik atak tarzı ve psikolojik bir ölüm korkusu.. Ölümün hak olduğunu biliyorum, şükür ama bu tedirginliğim korkum nedendir anlayamıyorum ve sonucunda nefesim kesiliyor ve rahatsızlanıyorum.. Geçmesi biraz zaman alıyor, tam toparlanıyorum ama yaşantımdan yine bir şey tetikliyor ve ben yine ayni korkular ve sıkıntılarla boğuşuyorum. Artık çok yoruldum yıldım.. Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. İnternetten araştırdığım kadarıyla başka bir bilgim ve çözümüm yok... Önerilerinize ve yardımlarınıza açığım, çok teşekkür ederim şimdiden...
CEVAP
Ölüm endişesi elbette insanların en fıtrî kaygıları, en vicdanî tedirginliklerini seslendiren derin bir yaradır. İnsanların yaratılışları gereği olarak hissettikleri şeyler onların yanlışlıklarını değil, doğruluklarının tescilidir. Buna göre, insanlarda yaratılıştan var olan ölüm endişesi, aslında ölümün kendisine karşı duyulan bir korku değil, insanların hiç olup yok olmaktan, bir daha dirilmemek üzere toprak olmaktan korktuklarının bir göstergesidir.
Gözün varlığı güneşe, kulağın varlığı havaya, midenin varlığı gıdaya işaret ettiği gibi, ölüm endişesi de -yok olmanın zıddı olan- bekaya, sürekli var olmaya, yeni bir hayatın olacağına kuvvetli bir işarettir.
” Herkes Kimsenin Sağ Kalmadığını Bilir de Kendisinin Öleceğine İnanmak İstemez. ” (Namık Kemal)
Psikolojik olarak ölümü inceleyeceksek akla gelecek olan ilk şey ‘ çelişki ’ olmalıdır. İnsanoğlu varlığının bir gün sona ereceğini bilir ve kabullenir, bu durum gayet normalken bir yandan da hiç ölümü hesaba katmadan yaşamaya devam eder, ölüm düşüncesini bir noktada erteler, bastırır ve inkar eder. ‘Ölüm’ ün ‘Korku’ oluşturması gayet normal bir sonuçtur. İnsanda kaygı doğrun durumlar genel olarak sonunu bilemediği durumlara karşı gelişir. Çoğu anksiyete (kaygı)bozukluğunda karşımıza çıkan sorunların altında yatan en büyük etmen kişinin başına neyin, ne şekilde geleceği ve sonunun ne olacağını bilmemesinden kaynaklanır. Örneğin uçak fobisi olan bir insanın uçağa binerken korkudan kalp krizi geçirir miyim diye düşünmesi, uçak kalktıktan sonra bayılır mıyım, uçak bozulur mu, gideceğimiz rotaya söylenilen saatte ulaşacak mıyız, ya pilot teknik bir hata yaparsa… gibi soruların cevaplarını bulamaz ve bu soruları düşünerek yaşadığı kaygı ve korkuyu büyütür.
Ölüm esnasında ne yaşanılacağını bilmemek, hatta ne şekilde öleceğini bilememek kişide son derece korku ve kaygı oluşturan bir durum olabilir. Ölümden sonra yakın çevresi neler düşünecek, neler yapacak, ölümden sonra fizyolojik olarak ne şekilde olacak, nereye gidecek, ölüm anında canı yanacak mı, tamamen yok mu olacak…? kişi bu soruların cevabını tam olarak bilemez ve anlamlandıramaz. Sevdiklerinin onu özleyeceğini, kendisinin de sevdiklerini özleyecek olması düşüncesi kişiyi en çok bunaltan düşüncedir.
Ölüm kavramı her kültürde farklı hatta her insan için farklı yorumlara tabiidir. Kimi için kurtuluş sayılırken kimisine göre yeni bir başlangıç, kimine göre cezaların ve günahların hesabının yapılacağı vakit ve sonraki hayat anlamını ifade eder. Kimisine göre tamamen bir son kabul edilir. Dini açıdan da bakıldığı zaman her insanın belirli bir süresi vardır ve hayat sonlanan bir olgudur. Dini açıdan yanlışları, günahları olan insanlar tövbe ederek, dua ederek, ibadet ederek bir nebze kendilerini psikolojik olarak rahatlatır ve Yaratıcıyla bir bağ kurarak ölümden sonraki hayat için bir şeyler yapmış olurlar. Çoğu zaman inancı olan kişilerin dua, ibadet yöntemleri ile umutsuzluklarıyla baş edebildiklerini görürüz. Sığınacak bir liman, derdini anlatacak, bir şeyler dileyebilecek bir ortam insanın zor zamanında her zaman rahatlatan bir durumdur.
Ölüm Korkusu çoğu insanda vardır (çoğu insan bunu inkar etse de ) ancak kimi insanlar bu korkuyu daha yoğun yaşamaktadırlar. Bu durum psikolojik rahatsızlık boyutuna ulaştığında genellikle ‘ Panik Atak ’ olarak kendini göstermektedir. İnsanın bedensel olarak ölüme yaklaştığını hissettiren belirtiler sonrasında panik atak geçiren kişiler dini kurallara uymaya başlayabilir ve daha sağlıklı ve düzgün bir yaşam tarzına geçiş yapmaya çalışırlar. Panik Atak esnasında öleceğini düşünen kişide pişmanlık ve keşke’ ler başlar. Panik atak dışında yine ölüm korkusunun üst seviyede mevcut olma durumu kişide başka psikolojik rahatsızlıklara yol açabilmektedir.
Daha düzgün yaşayan, haksızlık yapmayan, sevdiklerini sık sık arayıp soran, iyilik yapan, insanları eleştirmeyen, hayata iyimser yaklaşan, kendinden ödün veren, sade bir yaşantıyı seçen, bu hayata bir şeyler katmayı ve bırakmayı hedefleyen insanlarda ölüm korkusu daha yanlış ve düzensiz bir hayat yaşayan insana göre daha azdır. Ölüm olgusu bir yerde dünyayı daha dengeli ve merhametli bir alana çevirir. Sonsuz bir hayat algısı kişilerde doyumsuzluk, vicdansızlık, korkusuzluk gibi duyguları arttıracak ve içinden çıkılamayacak bir ortam oluşturacaktı.
Kimler Ölümden Daha Fazla Korkuyor ?
Araştırmalara göre evlat sahibi olan kimseler, zengin olup daha çok para kazanma hırsına sahip olan kişiler, dini inancı olup da dinin kurallarını yerine getirmeyen kimseler, batı toplumları doğu toplumlarına göre daha fazla ölüm korkusu taşımaktadır.
Ölümsüzlük icat edilemeyeceği için öncelikle insanoğlunun ölümü kabul edip daha düzgün bir hayat yaşam tarzını benimsemesi gerekir. Unutmak da doğru değil sürekli ölüm düşüncesiyle yaşamak da… Doğru olan nokta hem ölüm varmışçasına yaşamak hem de bu dünyaya için bir şeyler yapmak, insanlığa fayda sağlayacak işlerde bulunmak olacaktır. İyi evlatlar yetiştirmek, yoksul insanlara yardım etmek, sokaktaki hayvanları beslemek, ağaç dikmek, çalışmak, haksız kazan yapmamak, eş dost ziyareti yapmak, kimsesizlere yaşlıları ziyaret etmek vicdanımızın okşanmasına yol açar, yüreğimize su serper ve psikolojik olarak büyük rahatlama sağlar. Ayrıca yakınların, eş dostların cenaze törenlerine gitmesi de kişiyi zihinsel açıdan ölüm düşüncesine karşı nötralize eder. En temel korkularımızdan olan ‘ölüm’ diğer korkularımıza yol açan en temek korku türüdür. Ölüm korkusunu yenmek bir noktaya kadar gerekli ve mümkündür. Kişide bir nebze bile olsa ölüm korkusunun kalması bir sorun oluşturmaz ancak günlük hayatında büyük kaygı yaşatacak derecede bir korku yaşıyorsa bilişsel terapilerle büyük derecede iyileşme gösterebilirler.
CEVAP 2
Bir kere düşünün! Hiçbir şey yok olmadığı takdirde, daha ilk asırlarda, değil insanların yaşaması, bir sinek bile yaşama vasat ve imkânını bulamayacaktı. Canlılardan sadece karıncalar, otlardan sarmaşıklar, yeryüzünü hâkimiyetleri altında bulundurup; sonra da, hiçbir sarmaşık, çürümeseydi ve hiçbir karınca da ölmeseydi, bir asırda yeryüzünü saran sarmaşık ve karınca kalınlığı yüzlerce metreye ulaşırdı. Böylesine sevimsiz, korkunç bir tabloyu düşündükçe ölümün rahmet olduğunu, çürümenin hikmet olduğunu görmemek kabil mi?
Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buutları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencâmesinin bitimi demektir. Sonradan var olan her şey. aslında böyle bir “son” ve “bitim”yazısıyla dünyaya gelir.
Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her şey, bir damla gibi er geç toprağın bağına düşer, erir. Ve bir ırmak gibi er geç akar bir denize karışır.
Hele şimdi, müşâhede ettiğimiz kâinatın o akıllara durgunluk veren güzelliklerinden, kaçta kaçını karınca ve sarmaşık yumağının monoton çehresinde görebilirdik?.. En antika ve çarpıcı sanat eserlerinin teşhiri için açılan yeryüzü sergisinde bunlar mı gösterilecek!.. Her tarafta, güzelliklerin akislerini görüp durduğumuz muhteşem sanatkârın hangi güzelliğini bu karanlık simâda görecektik!.. Bu sevimsiz çehrede, değil kâinatın kuruluşuna vesîle âlî temâşâların bulunması, eğer yaşamaları kabil olsaydı, en sefil mahlûklar bile bu mezbelelikten kaçacaklardı..
Netice olarak diyebiliriz ki; bütün eşya, tertip, tanzim, sevk ve idâre edilmesi îtibariyle, selîm akıllara, zevkten anlayan gönüllere, şâirane ilhamlar bahşedecek kadar yerli yerinde ve mükemmeldir. Zerrelerin hareket ve çözülmelerinden, otların, ağaçların hâlden hâle geçmelerine; ırmakların fenâ bulma istikâmetinde denizlere koşmalarından, denizlerin,kendi aleyhlerine buharlaşıp bulutlara yükselmelerine kadar; hatta, oradan da baş aşağı, yeniden zemîne inerek toprağın bağrında eriyip gitmelerine kadar, her şey ciddî bir şevk içinde, bir keyfiyetten daha âlî diğer bir keyfiyete doğru koştuğu müşahede edilmektedir.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Düşüncelere Takılma ve Zaman Kaybetme
SORU
Selamlar…Benim bir sorum kendim ile ilgili. Bazen çok gereksiz yere (bana göre gereksiz değil) insanları kafama takıyorum. Buda bir süre sonra bende çok feci baş ağrısına sebep oluyor. İnsanların hatasını, yalanını yakalayınca çok kafama takıyorum. Ama bunun bazıları tarafından da umursanmadığını görünce bu beni çok üzüyor. Bu konuda ne yapabilirim? Bu yüzden bazı insanlara karşı da suizan ediyorum ve psikolojim çok kötü etkileniyor. Bana yardımcı olur musunuz? İnsanların hatalarına takılmadan nasıl tevekkülle yoluma devam edebilirim?
CEVAP
Düşüncelere Takılma ve Zaman Kaybetme:
İnsanların olduğu yerde problemlerin olması normaldir. Problemin olabileceğini normal görmek, problemi yok saymak veya önemsememek değildir. Aksine problemlerin olabileceğini öngörerek ona göre tedbirli yaşamak ve önlemler almak demektir.
Aynı ortamda bulunan insanlar arasında küçük de olsa bazı problemler çıkabiliyor. İnsanların birbirleriyle imtihan olması gayet tabiîdir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “…Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik.”[ En’âm sûresi, 6/53] buyurmaktadır. İlk insan Hz. Âdem (aleyhisselâm), Cennet’te Hz. Havva ile, şeytanla ve kendi mahiyetinde saklı bir kısım duygularla imtihan olmuş ve yeryüzüne indikten sonra da bu imtihanlar devam etmiştir.
İşte bu imtihanlar silsilesi içinde önemli bir imtihan da, insanların birbiriyle olan imtihanlarıdır. Bu türden imtihanlarda bazen kaybeder ve olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu kayıplar bazen mizaçlarla, meşreplerle, bazen de Üstad’ın, “Umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur.” dediği gibi, şeytanlardan kaynaklanabilir. Hepimiz insanız ve birer nefis taşımaktayoruz.Nitekim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde: “Herkesin nefsi vardır. Benim de nefsim var…” buyurur. Hadisin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), uzun zaman onunla mücadele edip onu hizaya getirdiğini ve neticede kendisine teslim olduğunu bildirir(Her insanın bir şeytanı vardır. Benim de bir şeytanım var. Ne var ki, benim şeytanım bana teslim olmuştur).
Buradan hareketle, herkesin daha baştan bir nefse sahip olduğunu kabullenmesi gerekir. Bu onun ömrünün sonuna kadar imtihan olacağını kabullenmesi de demektir. Böyle bir kabul bize şunu ifade eder: Bizler beşeriz; birbirimizle çekişmeye, hırgür etmeye müsait bir fıtratta yaratılmış olmamız da, bizim tabiat ve fıtratımızın gereğidir. Ne var ki bizim için her zaman bu tür duyguları hayra çevirmek de mümkündür.. ve bize düşen de işte bunu yapmaktır.
Yapılacak ikinci bir önemli husus da, bizler beşeriz, dolayısıyla birtakım kusurlarımızın olması gayet normaldir. Öyle ise böyle bir durumda önemli olan, insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilmektir. Keşke bu tür arızalar olduğu zaman gözsüz, kulaksız, dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek ve herkesi affedebilsek. Ve “O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler..”[ Âl-i İmrân sûresi, 3/134] sırrıyla serfiraz olabilsek.! Ne var ki, çoğu zaman bir türlü bunu yapamıyoruz. Ama az kendimizi zorlasak bu tür bir güzel davranışlarda bulunabiliriz…
Üçüncü ve önemli bir mesele ise, aynı ortamda bulunan diğer kişilerin görülen problemlerin ve kırgınlıkların çözümünde yer almasıdır. Şayet problem kişinin ve onu görüp hissedenlerin üstesinden gelemeyeceği bir boyut kazanmışsa, mesele temelli çözümsüzlüğe sürüklenip kangren olmadan, problem yaşanılan kişilerden uzak durulmalıdır. Yani kontrollü bir şekilde takip mesafesini korumak gerekir. Kaza olamayacağına inanılan uzaklıktan ne anlaşılıyorsa…kişi onu kendisi göre ayarlamalıdır.
Bir başka açıdan meseleye şu şekilde de bakılabilir. Charlotte Bronte’nin ‘Jane Eyre’ romanında dediği gibi ‘Hayat benim için kin beslemek ya da yanlışlara odaklanmak için fazla kısa.’’ Bu kısa ömrümüzü başkalarının heba etmesine fırsat vermemeliyiz.
Dün öldü, bugün can veriyor, yarın henüz doğmadı. Zamanın kıymetini bilinmeliyiz. Hayat pahalı, çünkü sınırlı. 40 yaşındaysanız ve bir 40 yıl daha yaşamayı düşünüyorsanız 2069 yılında başınızda mezar taşınızı bulacaksınız. Ömrümüzü heder etmeme ve zamanımızı kaybetmeme adına ‘YOKSAY’ tuşunu kullanmalıyız. Onun zihninizde canlandırın aklınızın ve kalbinizin bir yerine tuşunuzu yerleştirin. Olaylarla veya olumsuzluklarla karşılaşınca YOKSAY tuşunu kullanın. Bunu başabilirseniz çok rahatlayacaksınız. Bunun için bir süre antrenman ve temrin yapmakta fayda var. Temrin adına kısaca şunları ifade edebiliriz:
• Sana kötü bir şey söylendiği zaman sadece öyle mi de ve YOKSAY.
• Olumsuz bir şey duyduğunda boş ver de aldırma ve YOKSAY.
• Canını sıkan bir şey olduğu zaman Allah kerim de ve yoluna devam et.
• Umutsuzluğa düştüğünde dua ipine sarıl ve azimle çalış. Rabbim çalışana verir de ve mücadeleden sakın vazgeçme.
• Çok hayırsız insan ile karşılaşacak vefasızlığı uğrayacaksın imtihan dünyası de ve YOKSAY.
• Mutluluk çoğu zaman sefere ertelenmiş bir tren gibi bazen geç gelir de, sabret ve bekle ama asla vazgeçme.
• Yaşamak göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Sen her aldığın nefese keyifle içine çek ve bulunduğun anı iyi yaşa.
• Geçmişin acılarına, yarına hayallerine takılma. 25 Yaşında ölüp, 75 yaşında mezarda olma.
• İstediklerin olmadığı zaman isyan etme. Beni yaratan mutlaka bir hesap yapıyordur de ve yoluna devam et.
• Sana düşen evinin önünü süpürmek ise ilk oradan başla ve Allah'tan karşına hep iyi insanlar çıkarmasını iste.
• İnsanları biriktir ama onları çantada keklik görüp Bülbül avına koşma.
• İnsanlarla gereksiz yere tartışma ve Selam de geç git. Öfkesi zirve yapmış olanlarla yarışıp şeytanin bineğine binme.
• İlk sen özür dile, ilk sen afet ve ilk sen Merhaba de. Sen bunu kendine saygın için yap ve nefsine mağlup olma. O bunu anlamasa sen takip mesafeni koru.
• İnsanlar eleştiri yapmaya bayılırlar. Sadece dinle ve cevap verme. Özeleştiri yap bu konuşulanlar sende varsa düzelt ve yoluna devam et. Ama eğer sen de yoksa hiç kulak asma ve yoluna devam et.
• Yaşarken özü başka sözü başka yüzü başka insanlar göreceksin. Sakın ha insanları yargılama dedikodu yapma. Günahına şahitlik etmiş olsan bile tövbesinden haberin olmayabilir. Bir de onların günahlarını sen üzerine alma.
• Hangi elbiseyi giyiyorsan ona göre davran. Dışın Mevlana, için Ebu Cehil gibi olmasın.
Kısaca, nasıl ki “ kainat boşluk kaldırmaz “ denmiş. İnsan da küçük bir kainat ve boşluğu kaldırmıyor. Başkasının boşluğuna da bir yere kadar müdahale edilinebilir . Kişi kendi boşluklarını doldurmaya odaklanmalı. Kendini bir işe vermeli.
Suizanı önlemek adına , kişinin güzel olan özellikleri yaptığı güzel şeyler hatıra getirilmeli. Çünkü bu düşüncenin ucu bucağı yok.
Niyet okumacılığı yapmaktan kaçınmalı. Şunu mu demek istedi bunu mu yapmak istedi vb .bu bırakılmalı . Bazen de olaya güzel bakmak fazla kurcalamamak gerekir.
Tabiî gönül arzu eder ki, insanlar kendi aralarında imtihan olmasın, imtihan olup da birbirlerini çürütmesin ve en önemli sermayeleri olan itibarlarını ve zamanlarını yitirmesinler; yani arkadaşları nazarında değerini düşürmesin.. hep sahip olduğu itibarla kalsın ve onu kullanarak büyük işler başarabilsinler..!
Her şeyin gönlünüzce ve sizin için hayırlı olana göre olsun. Sağlık, mutluluk ve huzur dolu bir hayat dileklerimizle.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Selamlar…Benim bir sorum kendim ile ilgili. Bazen çok gereksiz yere (bana göre gereksiz değil) insanları kafama takıyorum. Buda bir süre sonra bende çok feci baş ağrısına sebep oluyor. İnsanların hatasını, yalanını yakalayınca çok kafama takıyorum. Ama bunun bazıları tarafından da umursanmadığını görünce bu beni çok üzüyor. Bu konuda ne yapabilirim? Bu yüzden bazı insanlara karşı da suizan ediyorum ve psikolojim çok kötü etkileniyor. Bana yardımcı olur musunuz? İnsanların hatalarına takılmadan nasıl tevekkülle yoluma devam edebilirim?
CEVAP
Düşüncelere Takılma ve Zaman Kaybetme:
İnsanların olduğu yerde problemlerin olması normaldir. Problemin olabileceğini normal görmek, problemi yok saymak veya önemsememek değildir. Aksine problemlerin olabileceğini öngörerek ona göre tedbirli yaşamak ve önlemler almak demektir.
Aynı ortamda bulunan insanlar arasında küçük de olsa bazı problemler çıkabiliyor. İnsanların birbirleriyle imtihan olması gayet tabiîdir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “…Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik.”[ En’âm sûresi, 6/53] buyurmaktadır. İlk insan Hz. Âdem (aleyhisselâm), Cennet’te Hz. Havva ile, şeytanla ve kendi mahiyetinde saklı bir kısım duygularla imtihan olmuş ve yeryüzüne indikten sonra da bu imtihanlar devam etmiştir.
İşte bu imtihanlar silsilesi içinde önemli bir imtihan da, insanların birbiriyle olan imtihanlarıdır. Bu türden imtihanlarda bazen kaybeder ve olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu kayıplar bazen mizaçlarla, meşreplerle, bazen de Üstad’ın, “Umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur.” dediği gibi, şeytanlardan kaynaklanabilir. Hepimiz insanız ve birer nefis taşımaktayoruz.Nitekim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde: “Herkesin nefsi vardır. Benim de nefsim var…” buyurur. Hadisin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), uzun zaman onunla mücadele edip onu hizaya getirdiğini ve neticede kendisine teslim olduğunu bildirir(Her insanın bir şeytanı vardır. Benim de bir şeytanım var. Ne var ki, benim şeytanım bana teslim olmuştur).
Buradan hareketle, herkesin daha baştan bir nefse sahip olduğunu kabullenmesi gerekir. Bu onun ömrünün sonuna kadar imtihan olacağını kabullenmesi de demektir. Böyle bir kabul bize şunu ifade eder: Bizler beşeriz; birbirimizle çekişmeye, hırgür etmeye müsait bir fıtratta yaratılmış olmamız da, bizim tabiat ve fıtratımızın gereğidir. Ne var ki bizim için her zaman bu tür duyguları hayra çevirmek de mümkündür.. ve bize düşen de işte bunu yapmaktır.
Yapılacak ikinci bir önemli husus da, bizler beşeriz, dolayısıyla birtakım kusurlarımızın olması gayet normaldir. Öyle ise böyle bir durumda önemli olan, insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilmektir. Keşke bu tür arızalar olduğu zaman gözsüz, kulaksız, dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek ve herkesi affedebilsek. Ve “O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler..”[ Âl-i İmrân sûresi, 3/134] sırrıyla serfiraz olabilsek.! Ne var ki, çoğu zaman bir türlü bunu yapamıyoruz. Ama az kendimizi zorlasak bu tür bir güzel davranışlarda bulunabiliriz…
Üçüncü ve önemli bir mesele ise, aynı ortamda bulunan diğer kişilerin görülen problemlerin ve kırgınlıkların çözümünde yer almasıdır. Şayet problem kişinin ve onu görüp hissedenlerin üstesinden gelemeyeceği bir boyut kazanmışsa, mesele temelli çözümsüzlüğe sürüklenip kangren olmadan, problem yaşanılan kişilerden uzak durulmalıdır. Yani kontrollü bir şekilde takip mesafesini korumak gerekir. Kaza olamayacağına inanılan uzaklıktan ne anlaşılıyorsa…kişi onu kendisi göre ayarlamalıdır.
Bir başka açıdan meseleye şu şekilde de bakılabilir. Charlotte Bronte’nin ‘Jane Eyre’ romanında dediği gibi ‘Hayat benim için kin beslemek ya da yanlışlara odaklanmak için fazla kısa.’’ Bu kısa ömrümüzü başkalarının heba etmesine fırsat vermemeliyiz.
Dün öldü, bugün can veriyor, yarın henüz doğmadı. Zamanın kıymetini bilinmeliyiz. Hayat pahalı, çünkü sınırlı. 40 yaşındaysanız ve bir 40 yıl daha yaşamayı düşünüyorsanız 2069 yılında başınızda mezar taşınızı bulacaksınız. Ömrümüzü heder etmeme ve zamanımızı kaybetmeme adına ‘YOKSAY’ tuşunu kullanmalıyız. Onun zihninizde canlandırın aklınızın ve kalbinizin bir yerine tuşunuzu yerleştirin. Olaylarla veya olumsuzluklarla karşılaşınca YOKSAY tuşunu kullanın. Bunu başabilirseniz çok rahatlayacaksınız. Bunun için bir süre antrenman ve temrin yapmakta fayda var. Temrin adına kısaca şunları ifade edebiliriz:
• Sana kötü bir şey söylendiği zaman sadece öyle mi de ve YOKSAY.
• Olumsuz bir şey duyduğunda boş ver de aldırma ve YOKSAY.
• Canını sıkan bir şey olduğu zaman Allah kerim de ve yoluna devam et.
• Umutsuzluğa düştüğünde dua ipine sarıl ve azimle çalış. Rabbim çalışana verir de ve mücadeleden sakın vazgeçme.
• Çok hayırsız insan ile karşılaşacak vefasızlığı uğrayacaksın imtihan dünyası de ve YOKSAY.
• Mutluluk çoğu zaman sefere ertelenmiş bir tren gibi bazen geç gelir de, sabret ve bekle ama asla vazgeçme.
• Yaşamak göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Sen her aldığın nefese keyifle içine çek ve bulunduğun anı iyi yaşa.
• Geçmişin acılarına, yarına hayallerine takılma. 25 Yaşında ölüp, 75 yaşında mezarda olma.
• İstediklerin olmadığı zaman isyan etme. Beni yaratan mutlaka bir hesap yapıyordur de ve yoluna devam et.
• Sana düşen evinin önünü süpürmek ise ilk oradan başla ve Allah'tan karşına hep iyi insanlar çıkarmasını iste.
• İnsanları biriktir ama onları çantada keklik görüp Bülbül avına koşma.
• İnsanlarla gereksiz yere tartışma ve Selam de geç git. Öfkesi zirve yapmış olanlarla yarışıp şeytanin bineğine binme.
• İlk sen özür dile, ilk sen afet ve ilk sen Merhaba de. Sen bunu kendine saygın için yap ve nefsine mağlup olma. O bunu anlamasa sen takip mesafeni koru.
• İnsanlar eleştiri yapmaya bayılırlar. Sadece dinle ve cevap verme. Özeleştiri yap bu konuşulanlar sende varsa düzelt ve yoluna devam et. Ama eğer sen de yoksa hiç kulak asma ve yoluna devam et.
• Yaşarken özü başka sözü başka yüzü başka insanlar göreceksin. Sakın ha insanları yargılama dedikodu yapma. Günahına şahitlik etmiş olsan bile tövbesinden haberin olmayabilir. Bir de onların günahlarını sen üzerine alma.
• Hangi elbiseyi giyiyorsan ona göre davran. Dışın Mevlana, için Ebu Cehil gibi olmasın.
Kısaca, nasıl ki “ kainat boşluk kaldırmaz “ denmiş. İnsan da küçük bir kainat ve boşluğu kaldırmıyor. Başkasının boşluğuna da bir yere kadar müdahale edilinebilir . Kişi kendi boşluklarını doldurmaya odaklanmalı. Kendini bir işe vermeli.
Suizanı önlemek adına , kişinin güzel olan özellikleri yaptığı güzel şeyler hatıra getirilmeli. Çünkü bu düşüncenin ucu bucağı yok.
Niyet okumacılığı yapmaktan kaçınmalı. Şunu mu demek istedi bunu mu yapmak istedi vb .bu bırakılmalı . Bazen de olaya güzel bakmak fazla kurcalamamak gerekir.
Tabiî gönül arzu eder ki, insanlar kendi aralarında imtihan olmasın, imtihan olup da birbirlerini çürütmesin ve en önemli sermayeleri olan itibarlarını ve zamanlarını yitirmesinler; yani arkadaşları nazarında değerini düşürmesin.. hep sahip olduğu itibarla kalsın ve onu kullanarak büyük işler başarabilsinler..!
Her şeyin gönlünüzce ve sizin için hayırlı olana göre olsun. Sağlık, mutluluk ve huzur dolu bir hayat dileklerimizle.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Çocuk ve Korkuları
SORU :
Merhaba. 9 yaşında bir oğlum var. Arkadaşlarıyla beraber tabletten oyun oynarken, arkadaşları korkunç videolar izlemiş ve bundan bahsediyorlarmış. Oğlum izlemediğim halde çok korkmuş ve geceleri yalnız yatamıyor. Biz yatağına götürüp yatırıyoruz ve o uyuyuncaya kadar bekliyoruz. Gece 3-4 defa uyanıp, devamlı bizim yanımıza geliyor ve bizimle uyumak istiyor. İzin vermediğimizde ağlayarak çok korktuğunu yalnız yatamadığını söylüyor ne yapmalıyız?
CEVAP :
Korkular söz konusu olduğunda, algı çok önemlidir. Aynı korku filmini izleyen iki kişi farklı duygusal tepkiler verir. Çünkü herkes filmin her bir karesini kendi bakış açısına göre algılar.
Olaylar karşısında göstermiş olduğunuz tepkiler çocukları doğrudan etkiler. Çocuklar sizin söylediklerinizden daha ziyade beden dilinize bakarlar. Örneğin kapı çaldığında aniden irkilmeniz, telefon ile konuşurken canınızı sıkan bir haber karşısında mimikleriniz bile onları etkiler.
Çocuklar bazen korkularının kaynağını gerçekten bilemeyebilir, neden korktuklarını tam olarak tanımlayamazlar; tanımlayamadıkları bir şeyi de açıklayamazlar. Korkularına dair güçlü bir hisleri olabilir; siz somut bir sebep istediğinizde, size de mantıklı gelebilecek sebepler üretebilirler. Ancak bunun için bir neden belirleyemezler.
Çocuklar bazen korkularının sebebini bilseler bile bunu dilleriyle ifade edemezler. Anne babalarını hayal kırıklığına uğratmamak ve eleştirilmemek için asıl korkuttukları şeyleri söylemeye çekinirler.
Tespitler-Tavsiyeler
0. Her durumda olduğu gibi burada da ailenin tutumu çok önemlidir . Kesinlikle çocuğu yargılamadan, çözüm odaklı destek merkezli bir yaklaşım izlenmelidir.
0. Çocuğunuzun duymuş olduğu her ne ise onun hakkında konuşun. İyice dinleyin ve ondan “ne duydun ? Nasılmış? gibi o andaki duygularını tarif etmesini isteyin. Soru sorarak onu açın ve çözümleyin. Farklı bir şekilde canlandırması adına yeniden yorumlayın.
0. Çocuğunuza ilk ne zaman korkmaya başladığını ve o zaman " Odada kendi başına mıydın? Saat kaçtı?” gibi ilk korktuğu anı tasvir etmesini sağlayarak, korkunun temel noktasını bulmaya çalışın.
0. Kendisine çözüm adına sorular sorun. Nasıl bir çözüm bulsak korkmazsın? Bu şekilde birlikte bir beyin fırtınası yaparak hem kendisini değerli önemsenmiş fikirleri alınmış hissettirirsiniz hem de gerçekten ihtiyacı olanı bulmanıza yardımcı olur.
0. Bundan sonraki durumlar adına ailenin tutumu “önlem “ odaklı da olmalı. Ki bu çözüm sürecinden daha kolay olacaktır.
0. Çocuğunuzu her seferinde tekrar yatağına götürmeniz ve uyuyana kadar onun yanında kalınması daha uygundur.
0. Fiziksel temasta bulunmakta bulunmaktan kaçınmayın. Korktuğunda sarılmak ona daha iyi hissettirecektir .
0. Korkusunu tetiklemekten kaçının. Yani korkusunun üzerine gitmesi noktasında onu zorlamayın. Durumu daha da zorlaştırması muhtemeldir.
0. Odası için güzel bir gece lambası seçip alabilirsiniz . Veya tavana gece olunca parlayan ay ve yıldızlardan alınabilir.
0. Karanlığa olan hassasiyeti azaltacak oyunlar oynayın. Örneğin karanlıkta körebe , saklambaç
0. Uyku öncesinde sohbet edin, masal , hikaye okuyun.
0. Çocuğunuza sunabileceğiniz duygusal desteğin yanı sıra, çeşitli sosyal, sportif, eğlenceli faaliyetlere katmanız, onun günlük yaşantısında “farklı şeyleri “ konuşmasını ve düşünmesini sağlamanıza yardımcı olacaktır.
Sonuç :
Ebeveynler “Çok fazla güven vermeye çalışırsak, çocuklar güvencelerimizi reddedebilirler,” “çocuklar bize aslında inanmıyorlar ama onlar ile konuşurken sanki o an inanıyormuş gibi yapıyorlar” şeklinde düşünürler. Her iki düşünce de yanlıştır. Lütfen sabırlı olup, çocuğunuzun gözlerinin içine bakarak ve kimi zaman ellerini tutarak, onların güvende olduklarını hissettirmeye çalışın. Bunu sık sık yapmaya çalışın. Sakin ve anlayışlı bir tavırla, korkularını anladığınızı ve kabul ettiğinizi çocuğunuza hissettirebilirseniz, ona güvence vermiş olacak ve onu rahatlatacaksınız. Sorunlar daha öngörülebilir hale geldiğinde, çocuklar korkularını genellikle azaltma ve güvenlik duygularını artırma eğilimine girerler.
Sağlık, mutluluk ve huzur dolu günler dileriz.
Psikolojik Destek Ekibi
Merhaba. 9 yaşında bir oğlum var. Arkadaşlarıyla beraber tabletten oyun oynarken, arkadaşları korkunç videolar izlemiş ve bundan bahsediyorlarmış. Oğlum izlemediğim halde çok korkmuş ve geceleri yalnız yatamıyor. Biz yatağına götürüp yatırıyoruz ve o uyuyuncaya kadar bekliyoruz. Gece 3-4 defa uyanıp, devamlı bizim yanımıza geliyor ve bizimle uyumak istiyor. İzin vermediğimizde ağlayarak çok korktuğunu yalnız yatamadığını söylüyor ne yapmalıyız?
CEVAP :
Korkular söz konusu olduğunda, algı çok önemlidir. Aynı korku filmini izleyen iki kişi farklı duygusal tepkiler verir. Çünkü herkes filmin her bir karesini kendi bakış açısına göre algılar.
Olaylar karşısında göstermiş olduğunuz tepkiler çocukları doğrudan etkiler. Çocuklar sizin söylediklerinizden daha ziyade beden dilinize bakarlar. Örneğin kapı çaldığında aniden irkilmeniz, telefon ile konuşurken canınızı sıkan bir haber karşısında mimikleriniz bile onları etkiler.
Çocuklar bazen korkularının kaynağını gerçekten bilemeyebilir, neden korktuklarını tam olarak tanımlayamazlar; tanımlayamadıkları bir şeyi de açıklayamazlar. Korkularına dair güçlü bir hisleri olabilir; siz somut bir sebep istediğinizde, size de mantıklı gelebilecek sebepler üretebilirler. Ancak bunun için bir neden belirleyemezler.
Çocuklar bazen korkularının sebebini bilseler bile bunu dilleriyle ifade edemezler. Anne babalarını hayal kırıklığına uğratmamak ve eleştirilmemek için asıl korkuttukları şeyleri söylemeye çekinirler.
Tespitler-Tavsiyeler
0. Her durumda olduğu gibi burada da ailenin tutumu çok önemlidir . Kesinlikle çocuğu yargılamadan, çözüm odaklı destek merkezli bir yaklaşım izlenmelidir.
0. Çocuğunuzun duymuş olduğu her ne ise onun hakkında konuşun. İyice dinleyin ve ondan “ne duydun ? Nasılmış? gibi o andaki duygularını tarif etmesini isteyin. Soru sorarak onu açın ve çözümleyin. Farklı bir şekilde canlandırması adına yeniden yorumlayın.
0. Çocuğunuza ilk ne zaman korkmaya başladığını ve o zaman " Odada kendi başına mıydın? Saat kaçtı?” gibi ilk korktuğu anı tasvir etmesini sağlayarak, korkunun temel noktasını bulmaya çalışın.
0. Kendisine çözüm adına sorular sorun. Nasıl bir çözüm bulsak korkmazsın? Bu şekilde birlikte bir beyin fırtınası yaparak hem kendisini değerli önemsenmiş fikirleri alınmış hissettirirsiniz hem de gerçekten ihtiyacı olanı bulmanıza yardımcı olur.
0. Bundan sonraki durumlar adına ailenin tutumu “önlem “ odaklı da olmalı. Ki bu çözüm sürecinden daha kolay olacaktır.
0. Çocuğunuzu her seferinde tekrar yatağına götürmeniz ve uyuyana kadar onun yanında kalınması daha uygundur.
0. Fiziksel temasta bulunmakta bulunmaktan kaçınmayın. Korktuğunda sarılmak ona daha iyi hissettirecektir .
0. Korkusunu tetiklemekten kaçının. Yani korkusunun üzerine gitmesi noktasında onu zorlamayın. Durumu daha da zorlaştırması muhtemeldir.
0. Odası için güzel bir gece lambası seçip alabilirsiniz . Veya tavana gece olunca parlayan ay ve yıldızlardan alınabilir.
0. Karanlığa olan hassasiyeti azaltacak oyunlar oynayın. Örneğin karanlıkta körebe , saklambaç
0. Uyku öncesinde sohbet edin, masal , hikaye okuyun.
0. Çocuğunuza sunabileceğiniz duygusal desteğin yanı sıra, çeşitli sosyal, sportif, eğlenceli faaliyetlere katmanız, onun günlük yaşantısında “farklı şeyleri “ konuşmasını ve düşünmesini sağlamanıza yardımcı olacaktır.
Sonuç :
Ebeveynler “Çok fazla güven vermeye çalışırsak, çocuklar güvencelerimizi reddedebilirler,” “çocuklar bize aslında inanmıyorlar ama onlar ile konuşurken sanki o an inanıyormuş gibi yapıyorlar” şeklinde düşünürler. Her iki düşünce de yanlıştır. Lütfen sabırlı olup, çocuğunuzun gözlerinin içine bakarak ve kimi zaman ellerini tutarak, onların güvende olduklarını hissettirmeye çalışın. Bunu sık sık yapmaya çalışın. Sakin ve anlayışlı bir tavırla, korkularını anladığınızı ve kabul ettiğinizi çocuğunuza hissettirebilirseniz, ona güvence vermiş olacak ve onu rahatlatacaksınız. Sorunlar daha öngörülebilir hale geldiğinde, çocuklar korkularını genellikle azaltma ve güvenlik duygularını artırma eğilimine girerler.
Sağlık, mutluluk ve huzur dolu günler dileriz.
Psikolojik Destek Ekibi
KARDEŞ KAVGALARI
Her ebeveynin yönetmekte zorluk çektiği problemlerden bir tanesi, kardeşler arasındaki çekişmelerdir.
Genellikle “paylaşma” konusunda yaşanılan problemler, doğru yöntemle çözüm üretilmediğinde, ileriki yıllara da yansıyan bir soruna dönüşür.
1) Çözümü çocuktan beklemeyin
Kardeş çekişmelerinin genelde en mağduru, büyük çocuktur. Ebeveynler küçük olanın isteğinin yerine gelmesi ve susması için büyükten yardım isterken, çoğu defa büyüğün hakkını elinden aldıklarının farkına varmazlar. Kardeş çekişmelerinde kimden yardım isteneceği değil, yardım istenecek konuda adalet önemlidir.
2) Bağırtıya yenik düşmeyin
Ev bir dinlence ortamıdır. Bu dinlencelerde genellikle çocuklardan bir tanesinin ve genellikle hep aynı çocuğun bağırtısı anne babayı tetikler. Kısa sürede çözüm üretmeye çalışan anne babalar, genellikle bağırtıyı susturmak üzere çözüm üretme yanılgısına düşerler. Hâlbuki bu tutum, ilerisi için oldukça yanlış bir pedagojik tutumdur. Zaman ne kadar dar olursa olsun ebeveynler bağırtıyı susturmak amacıyla değil, adaletli bir çözüm üretmek üzere hareket etmelidir.
3) Zamanı planlayın
Paylaşamamaktan kaynaklanan kardeş çatışmalarının en güçlü ilacı, “zamanı planlayabilmek” tir. Aynı eşyaya yönelmiş olan iki kardeş arasında belli eşit zaman dilimleri oluşturularak ve bunu oldukça sıkı takip ederek, zamanın iyi edici iksiri kullanılabilir.
Eğer paylaşılamayan anne ya da babanın bizzat kendisi ise, hiçbir zaman çocuklardan birisi ötelenerek diğeriyle ilgilenilme yoluna gidilmemelidir. Buradaki planlama sadece “sıralaşmalı çocukları dinleme” şeklinde oluşturulabilir. Kardeşlerden bir tanesi, anlatımını tam olarak bitirmeden diğer kardeşin konuşmaya dâhil olması engellenmelidir.
Konuşma birinci kardeşle tam olarak bittikten sonra diğerine yönelinmelidir. Birinci çocuk hâlâ konuşmaya devam ederse; ona diğer kardeşle konuşulduğu söylenmeli ve “biraz sonra yeniden seni dinlenmeye devam edeceğim” denilerek, çocuk durdurulmalıdır.
4) İzin almayı öğretin
Çocuklar kendi eşyalarına karşı duygusal bir bağ kurarlar. Kendi eşyasının izinsiz olarak kullanılmasına bu yüzden tepkilidirler. Küçük çocuklar ise abi ve ablalarının eşyalarını değerli bulduklarından dolayı onların eşyalarını kullanmaya meyillidirler. 2 yaşından sonra çocuklara bir başkasının eşyasını izin alarak kullanılması gerekliliği öğretilmelidir. Bu yetenek ise 4 yaşından sonra tamamen kazandırılabilir.
5) Birlikte karar verin
Gelişimin gereği olarak küçük kardeş, abla ve abilerinin gidip geldiği yerlere onlarla birlikte gitmek, gelmek ister. Bu anormal bir durum değil, gelişimin bir parçasıdır. Böylece çocuk gelişim sürecini tamamlayacaktır.
Büyük çocuk ise zaman zaman küçük kardeşin kendi peşinden gelmesinden memnuniyet duyamayabilir. Arkadaşlarıyla özel olmak isteyebilir. Bireysel gidiş geliş hakkı kazanmak isteyebilir, bu da gayet normaldir. Ebeveynlerin böylesi durumlardaki tavrı, belirli yerler ve kişiler hakkında genel prensip kararı çıkartmak olmalıdır. Nerelere birlikte gidilebileceğinin, nerelere büyük kardeşin yalnız gitmesi gerekeceğinin ortaklaşa kararlaştırılması, çatışmayı azaltır ve konuda belirginlik kazandırır.
6) Tutarlı olun
Tutarsız yaklaşımlar çatışmayı artırır. Bu yüzden kardeş kıskançlığının en belirgin sebebi, ebeveyn tutarsızlığıdır. Ebeveynin bazen izin verdiği eylem, bir başka sefer yasaklanırsa, evdeki yaşam döngüsü kurallar üzerine değil de ebeveynin o andaki duygularıyla şekillenirse, bunun bir anormal yansımasının kardeş çatışmalarında görülmesi muhtemeldir.Böylesi bir ortamdaki ebeveyn tutarsızlığı, kardeşler arasındaki tutumlara da yansıyacaktır. Kardeşler de birbirleri arasında bazen izin verdiği şeye bazen engel oluşturacak ve bunu sorgulayan kardeşe de gerekçe sunamadığından dolayı çatışma körüklenecektir.
7) Ayrımcılık yapmayın
Hiçbir anne baba bir çocuğunu diğerinden ayırmayı düşünmez. Ancak çocukların farklı kişilik özellikleri, anne babayı kendisiyle daha çok ilgilenmeye yöneltir.Örneğin; kız çocuk cilveli, nazlı, cıvıl cıvıl haliyle ebeveynine yönelirken, erkek çocuk ebeveyninden ilgi bekleyebilir. Olayın akışına kendini kaptıran bir ebeveyn, içinde her iki çocuğu da eşit tuttuğu halde, dışa yansıyan görüntüde, kendi ile ilgilenen çocukla ilgilenir ve diğer çocuğun dışlanmışlık hissetmesine sebep olabilir. Bundandır ki duyguları çocukların yönetmesi yerine; ebeveyn, “kendisini yönetme becerisi” kazanmalıdır.
8) Kıyas yapmayın
Her çocuğun kişilik özelliği birbirinden farklıdır. Bazısı bugün, bazısı yıllar sonra ortaya çıkabilir. Örneğin; sosyal yönü kuvvetli bir çocuk, daha ilk yıllarda bunu ortaya koyabilirken, sanatçı çocuğun keşfedilmesi genellikle zordur. Ebeveynin belli kişilik özelliği ortaya çıkan çocuğu örnek göstererek, diğerine “Sen de abin gibi biraz sosyal olsana” demesi, o çocuğun geliştireceği yetenekleri köreltir. Ve kardeşler arasında kıskançlık oluşturur.
9) Şeffaf olun
Çocuk bazen kendisinin de bilmesi gereken bir bilgiyi, anne babasının kardeşiyle özel olarak konuştuğu düşüncesine kapılabilir. Örneğin; annesi ile kız kardeşinin odada ayrıca konuşması ve konuşulan konu hakkında şeffaf olunmaması ya da o konunun kendisiyle ilgisinin olmadığının söylenmemiş olması, çocukta dışlanmışlık hissettirir.Her anne babanın çocukla kendine has konuşacağı özel konular olabilir. Ancak bu konuşma diğer çocuktan gizli saklı olarak yapılmamalıdır. Eğer içeriği hakkında diğer çocuğun bilmemesi gerekli olan bir konu varsa “Kardeşinle kendisi hakkında özel bir konu konuşacağım, bize biraz izin verir misin?” diye izin alınmalıdır. Ancak aynı tutum zaman zaman kendisi için de gösterilirse çocuk böylesi durumlarda daha anlayışlı olacaktır.
10) Aile toplantıları yapın
Genellikle iletişimin az olduğu, kuralların belirsiz olduğu, aile yaşam tarzının oluşturulmadığı aile ortamlarında kardeş çatışmaları daha sık görülür. Ebeveynlerin kaliteli bir aile yaşam ortamı oluşturabilmeleri için haftada bir gün aile toplantısı yapmalarında fayda vardır.Böylesi toplantılar problemleri görünür kıldığı gibi ortak kabul edilmiş çözüm öneriyle de “birlikte yaşam becerileri”ni artırır. Ailede ne kadar güçlü, şeffaf ve saygı içerisinde bir ilişki kurulmuşsa, yaşam tarzı olarak da hak ve adalet ön planda ise, böylesi ailelerde kardeş kıskançlığının azalacağı bilinmelidir.
DUYGUSAL HAVUZ PROBLEMLERİ
SORU
Selamlar güzel bir proje olmuş.. Elinize sağlık.. Benim sorum şu, hepimiz bir şeyler yaşadık.. Kimimiz derin kimimiz daha hafif.. Hayat mücadelesi devam etmekte.. Kendi yaşadığım şey, o kadar zorluklara Allah’ın izniyle dayandık da burada hayata sıfırdan başlamanın zorluklarını çekmekle birlikte pek çok arkadaşımızın gıpta ettiği bir konumdayız özellikle tr de kalan.. Ama insanız işte en basit şeylere dahi dayanamayıp sabırsızlık gösteriyoruz sinirleniyoruz. Bazen bakıyorum ben neden bu kadar basit bir şeyi stres yapmışım diye. Hani bardak doldu doldu da bu ufak şeyler bardağı taşıran son damlalar mı oluyor da dayanamıyoruz.. Ama hayat devam ettiği sürece bu damlalar çok olacak.. Taşkınlık konumuna gelmeme adına Almanya şartları zorluklarını da göz önünde bulundurularak neler tavsiye edebilirsiniz..
CEVAP
Sizin de gayet güzel ifade ettiğiniz gibi zaman zaman yaşadığımız veya yaşama ihtimalimiz olan olaylar bizdeki stres gibi, kaygı gibi, korku gibi olumsuz duyguların canlanmasına neden olur. Bunlar hayatın olağan akışında çok normal durumlardır. Ancak birer damla gibi olan zorluklar biriktiğinde insanın tahammül seviyesini aşar ve öfke patlamaları veya duygusal çökkünlük gibi sonuçlara yol açabilir.
Bu duruma gelmemek adına neler yapabiliriz?
Öncelikle insanın içinde bulunduğu koşulları ve ruh halini kabul etmesi çok önemlidir. İçinizden gülümsemek gelmiyorken gülümsemek yorucudur. Her şey her zaman iyi ve olmasını istediğimiz şekilde olamaz. Ama sürekli mutlu, neşeli ve hoşgörülü insanlar olmak zorundaymışız gibi bir hava vardır. Öyle olmadığında bile her şey yolundaymış gibi davranıyoruz. Sürekli mutlu ve memnun olmamız şartmış gibi yapıyoruz. Halbuki hayatta, üzüntü ve öfke gibi negatif duygular göstermemizi gerektiren karmaşık durumlar da vardır.
Bu duyguların negatif duygular olması, onları hissetmenin sağlıksız olduğu anlamına gelmez. Yani, kalbiniz kırıldığında ya da ailenizden biri hastalandığında üzülmeniz normal değil midir?
İçten içe bizi üzen şeyler varken iyiymiş gibi yapmaktan daha fazla acı veren bir şey yoktur. Bu durum bize zarar vererek sonuçlanır. Onun için ortada bir sorun yokmuş gibi davranmaktan vazgeçmeli ve olumsuz duygularla nasıl başedebiliriz, ona bakmalıyız.
Aslında her birimizin yaşadığımız olumsuz duygularla başetmede kendimize göre bir kapasitemiz ve çeşitli yöntemlerimiz vardır. Bunu bir havuz problemine benzetebiliriz.
Şöyle ki:
Her birimizin bir tahammül havuzumuz var. Yaşadığımız her olumsuz hadise havuzu dolduran musluklar gibidir. Bu muslukların bazısını açıp kapamak bizim elimizdeyken bazısının kontrolü ise elimizde değildir
(1). Bazen bir musluk hiç beklemediğimiz anda açılıverir. Başetme yöntemlerimiz ise havuzu boşaltan musluklara benzer. Tabii ki havuzu dolduran musluklar kişiden kişiye, dönemden döneme değişebileceği gibi, havuzu boşaltan muslukların sayısı, boşaltma kapasitesi de kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir.
(2)Hatta havuzun içine alabileceği su miktarı da herkeste farklıdır.
(3) Dolayısıyla aynı musluklar farklı havuzlarda farklı sonuçlar meydana getirebilir. Burada önemli olan havuz dolmadan tahliye musluklarının zamanında açılması, hatta bazı durumlarda yeni muslukların devreye sokulmasıdır.
(4) Oysaki bazı kişiler havuzu dolduran musluklar çalışırken mevcut tahliye musluklarını bile kullanmayabiliyorlar.
Havuz örneğimizdeki maddelere göre şunları söyleyebiliriz:
1 ) Başımıza gelen şeylerin bir kısmı bizim elimizdedir. Gereksiz yüklerin altına girmeye gerek yok. Bazen sıkıntı meydana getiren kişi ya da durumlardan uzaklaşmak, bazen “hayır” diyebilmek problemleri baştan çözer. Yani hayatınızın kontrolü sizin elinizde olmalı.
2 ) Problemlerle başa çıkabilmek için elimizdeki çözüm yollarını artırabiliriz. Ama bunu havuz boşken yani rahat zamanlarımızda yapabiliriz. Yani tedbirimizi kışa göre almalıyız. Tahliye musluklarını artırırsak ani su baskınlarından kurtulma şansımız yüksek olur. Peki tahliye muslukları nelerdir? Yazının son kısmında bu musluklardan bahsedilecek.
3 ) Tahammül havuzumuzu genişletmek elimizde. Yani olaylara bakışımızı değiştirebiliriz. Olaylara daha geniş perspektifle bakabiliriz. İnişler ve çıkışların hayatın bir parçası olduğunu kabul edebiliriz. Üstad'ın ifadesiyle "Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider." Bunun için okumalıyız. Sadece yazılmış kitapları değil, çevremizde akıp giden hayatı da okuyabilmeli ve ibret almalıyız.
4 ) Herşeye rağmen bir sıkıntıya maruz kaldığımızda oturup efkarlanmak yerine çıkış yolları aramalıyız. Albert Einstein'a atfedilen iki güzel söz var : “Hiçbir sorun onu yaratan bilinç seviyesiyle çözülemez. Delilik, tekrar tekrar aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir.” Dolayısıyla bir problem kronik hale gelmişse birşeyleri değiştirmemiz gerektiği anlamına gelir.
Hayatında kaygıları veya stresi olan kişilerin tolerans seviyeleri daha düşük olur. Stres altındayken veya yüksek kaygı varken en ufak bir olay bile büyük bir tehlike veya benliğimize bir tehdit gibi gözükebilir. Ekonomik sıkıntılar yaşayan ailelerde, örneğin, çok fazla stres vardır ve çatışmalar hiç bitmez. Herkes birbirine kızgındır. Yoğun çalışan bir anne veya baba eve geldiğinde çocuklarına kızgın davranır. Bu nedenle kızgınlık problemi yaşayan kişilerin en önce stresle baş etme yöntemlerini öğrenmesi gereklidir.
Stresle nasıl başa çıkabiliriz:
YÜZLEŞME
Stres yaratan ve çözülmesi gereken sorunlarla yüz yüze gelmeyi kapsar. Kişi sorunun varlığını kabul eder, üzerine gider. Hedeflerini koyar azimle çabalayarak ilerleyerek sorunu çözmeye çalışır. Yüzleşmede öfkenin dışa vurumu da söz konusudur. Haksızlığa uğranılan durumlarda kişi duygularını net ve sakin bir şekilde karşısındakilere anlatabilirse öfkesini doğru bir şekilde ifade etmiş olur.
UZLAŞMA
İnsanlar çatışma veya engellenmeyle karşılaştığında sıklıkla başvurdukları yol uzlaşmadır. Yaşamda her şey insanların beklediği şekilde gerçekleşmediğinde ya da diğer insanlar istediğimizden faklı davranışlar sergilediğinde durum olduğu gibi kabul edilerek uzlaşma yoluna gidilir ve beklenenden daha azıyla yetinmeye karar verilir. Karşılıklı iletişimle orta yol bulunabilir.
GERİ ÇEKİLME
Bazı durumlarda da stresten kurtulmak amacıyla kişi geri çekilebilir. Kişi böyle bir karara varırsa yüzleşmekten kaçmış, mücadeleden vaz geçmiş demektir. Ancak uzlaşma yolu bulunamıyorsa huzura kavuşmak için belki de en iyisi ortamdan çekilmek olabilir. Geri çekilme kişiyi rahatlatmakla birlikte, sürekli hale geldiğinde kişi için çeşitli riskler içerebilir. Problemlerin birikmesi, havuzun dolması gibi.
PAYLAŞMAK VE DESTEK İSTEMEK
Çoğu kişi hüzünlüyken, yalnızken veya kaygılıyken bu duygularını ifade etmekte ve paylaşmakta güçlük çeker bu da onların başkalarıyla ilişki kurmalarında sıkıntı yaşamalarına neden olur. İlişki kuramayan kişi kendini yalnız, ihmal edilmiş, anlaşılamamış, haksızlığa uğramış hissedebilir. Bütün bu duygular dünyaya karşı kızgınlığı besler. Hayal kırıklığını, beklentilerini, düşüncelerini söyleyebilen kişiler daha çok destek alabilirler.
Acısı olan kişiler de kolay sinirlenebilirler. Bu acı fiziksel olabileceği gibi duygusal da olabilir. Acımızla uğraşırken, ayakta kalma mücadelesi içindeyken başkalarına tahammül etmemiz çok güçleşir. Zaten buna ne enerjimiz ne de zamanımız vardır. Böyle durumlarda, kendi başımıza baş etmeye çalışmak yerine, yaşadığımız acıyı paylaşmak ve destek istemek daha doğru bir yoldur.
Stres ve kaygılardan uzak, huzurlu mutlu günler dileriz.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Selamlar güzel bir proje olmuş.. Elinize sağlık.. Benim sorum şu, hepimiz bir şeyler yaşadık.. Kimimiz derin kimimiz daha hafif.. Hayat mücadelesi devam etmekte.. Kendi yaşadığım şey, o kadar zorluklara Allah’ın izniyle dayandık da burada hayata sıfırdan başlamanın zorluklarını çekmekle birlikte pek çok arkadaşımızın gıpta ettiği bir konumdayız özellikle tr de kalan.. Ama insanız işte en basit şeylere dahi dayanamayıp sabırsızlık gösteriyoruz sinirleniyoruz. Bazen bakıyorum ben neden bu kadar basit bir şeyi stres yapmışım diye. Hani bardak doldu doldu da bu ufak şeyler bardağı taşıran son damlalar mı oluyor da dayanamıyoruz.. Ama hayat devam ettiği sürece bu damlalar çok olacak.. Taşkınlık konumuna gelmeme adına Almanya şartları zorluklarını da göz önünde bulundurularak neler tavsiye edebilirsiniz..
CEVAP
Sizin de gayet güzel ifade ettiğiniz gibi zaman zaman yaşadığımız veya yaşama ihtimalimiz olan olaylar bizdeki stres gibi, kaygı gibi, korku gibi olumsuz duyguların canlanmasına neden olur. Bunlar hayatın olağan akışında çok normal durumlardır. Ancak birer damla gibi olan zorluklar biriktiğinde insanın tahammül seviyesini aşar ve öfke patlamaları veya duygusal çökkünlük gibi sonuçlara yol açabilir.
Bu duruma gelmemek adına neler yapabiliriz?
Öncelikle insanın içinde bulunduğu koşulları ve ruh halini kabul etmesi çok önemlidir. İçinizden gülümsemek gelmiyorken gülümsemek yorucudur. Her şey her zaman iyi ve olmasını istediğimiz şekilde olamaz. Ama sürekli mutlu, neşeli ve hoşgörülü insanlar olmak zorundaymışız gibi bir hava vardır. Öyle olmadığında bile her şey yolundaymış gibi davranıyoruz. Sürekli mutlu ve memnun olmamız şartmış gibi yapıyoruz. Halbuki hayatta, üzüntü ve öfke gibi negatif duygular göstermemizi gerektiren karmaşık durumlar da vardır.
Bu duyguların negatif duygular olması, onları hissetmenin sağlıksız olduğu anlamına gelmez. Yani, kalbiniz kırıldığında ya da ailenizden biri hastalandığında üzülmeniz normal değil midir?
İçten içe bizi üzen şeyler varken iyiymiş gibi yapmaktan daha fazla acı veren bir şey yoktur. Bu durum bize zarar vererek sonuçlanır. Onun için ortada bir sorun yokmuş gibi davranmaktan vazgeçmeli ve olumsuz duygularla nasıl başedebiliriz, ona bakmalıyız.
Aslında her birimizin yaşadığımız olumsuz duygularla başetmede kendimize göre bir kapasitemiz ve çeşitli yöntemlerimiz vardır. Bunu bir havuz problemine benzetebiliriz.
Şöyle ki:
Her birimizin bir tahammül havuzumuz var. Yaşadığımız her olumsuz hadise havuzu dolduran musluklar gibidir. Bu muslukların bazısını açıp kapamak bizim elimizdeyken bazısının kontrolü ise elimizde değildir
(1). Bazen bir musluk hiç beklemediğimiz anda açılıverir. Başetme yöntemlerimiz ise havuzu boşaltan musluklara benzer. Tabii ki havuzu dolduran musluklar kişiden kişiye, dönemden döneme değişebileceği gibi, havuzu boşaltan muslukların sayısı, boşaltma kapasitesi de kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir.
(2)Hatta havuzun içine alabileceği su miktarı da herkeste farklıdır.
(3) Dolayısıyla aynı musluklar farklı havuzlarda farklı sonuçlar meydana getirebilir. Burada önemli olan havuz dolmadan tahliye musluklarının zamanında açılması, hatta bazı durumlarda yeni muslukların devreye sokulmasıdır.
(4) Oysaki bazı kişiler havuzu dolduran musluklar çalışırken mevcut tahliye musluklarını bile kullanmayabiliyorlar.
Havuz örneğimizdeki maddelere göre şunları söyleyebiliriz:
1 ) Başımıza gelen şeylerin bir kısmı bizim elimizdedir. Gereksiz yüklerin altına girmeye gerek yok. Bazen sıkıntı meydana getiren kişi ya da durumlardan uzaklaşmak, bazen “hayır” diyebilmek problemleri baştan çözer. Yani hayatınızın kontrolü sizin elinizde olmalı.
2 ) Problemlerle başa çıkabilmek için elimizdeki çözüm yollarını artırabiliriz. Ama bunu havuz boşken yani rahat zamanlarımızda yapabiliriz. Yani tedbirimizi kışa göre almalıyız. Tahliye musluklarını artırırsak ani su baskınlarından kurtulma şansımız yüksek olur. Peki tahliye muslukları nelerdir? Yazının son kısmında bu musluklardan bahsedilecek.
3 ) Tahammül havuzumuzu genişletmek elimizde. Yani olaylara bakışımızı değiştirebiliriz. Olaylara daha geniş perspektifle bakabiliriz. İnişler ve çıkışların hayatın bir parçası olduğunu kabul edebiliriz. Üstad'ın ifadesiyle "Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider." Bunun için okumalıyız. Sadece yazılmış kitapları değil, çevremizde akıp giden hayatı da okuyabilmeli ve ibret almalıyız.
4 ) Herşeye rağmen bir sıkıntıya maruz kaldığımızda oturup efkarlanmak yerine çıkış yolları aramalıyız. Albert Einstein'a atfedilen iki güzel söz var : “Hiçbir sorun onu yaratan bilinç seviyesiyle çözülemez. Delilik, tekrar tekrar aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir.” Dolayısıyla bir problem kronik hale gelmişse birşeyleri değiştirmemiz gerektiği anlamına gelir.
Hayatında kaygıları veya stresi olan kişilerin tolerans seviyeleri daha düşük olur. Stres altındayken veya yüksek kaygı varken en ufak bir olay bile büyük bir tehlike veya benliğimize bir tehdit gibi gözükebilir. Ekonomik sıkıntılar yaşayan ailelerde, örneğin, çok fazla stres vardır ve çatışmalar hiç bitmez. Herkes birbirine kızgındır. Yoğun çalışan bir anne veya baba eve geldiğinde çocuklarına kızgın davranır. Bu nedenle kızgınlık problemi yaşayan kişilerin en önce stresle baş etme yöntemlerini öğrenmesi gereklidir.
Stresle nasıl başa çıkabiliriz:
YÜZLEŞME
Stres yaratan ve çözülmesi gereken sorunlarla yüz yüze gelmeyi kapsar. Kişi sorunun varlığını kabul eder, üzerine gider. Hedeflerini koyar azimle çabalayarak ilerleyerek sorunu çözmeye çalışır. Yüzleşmede öfkenin dışa vurumu da söz konusudur. Haksızlığa uğranılan durumlarda kişi duygularını net ve sakin bir şekilde karşısındakilere anlatabilirse öfkesini doğru bir şekilde ifade etmiş olur.
UZLAŞMA
İnsanlar çatışma veya engellenmeyle karşılaştığında sıklıkla başvurdukları yol uzlaşmadır. Yaşamda her şey insanların beklediği şekilde gerçekleşmediğinde ya da diğer insanlar istediğimizden faklı davranışlar sergilediğinde durum olduğu gibi kabul edilerek uzlaşma yoluna gidilir ve beklenenden daha azıyla yetinmeye karar verilir. Karşılıklı iletişimle orta yol bulunabilir.
GERİ ÇEKİLME
Bazı durumlarda da stresten kurtulmak amacıyla kişi geri çekilebilir. Kişi böyle bir karara varırsa yüzleşmekten kaçmış, mücadeleden vaz geçmiş demektir. Ancak uzlaşma yolu bulunamıyorsa huzura kavuşmak için belki de en iyisi ortamdan çekilmek olabilir. Geri çekilme kişiyi rahatlatmakla birlikte, sürekli hale geldiğinde kişi için çeşitli riskler içerebilir. Problemlerin birikmesi, havuzun dolması gibi.
PAYLAŞMAK VE DESTEK İSTEMEK
Çoğu kişi hüzünlüyken, yalnızken veya kaygılıyken bu duygularını ifade etmekte ve paylaşmakta güçlük çeker bu da onların başkalarıyla ilişki kurmalarında sıkıntı yaşamalarına neden olur. İlişki kuramayan kişi kendini yalnız, ihmal edilmiş, anlaşılamamış, haksızlığa uğramış hissedebilir. Bütün bu duygular dünyaya karşı kızgınlığı besler. Hayal kırıklığını, beklentilerini, düşüncelerini söyleyebilen kişiler daha çok destek alabilirler.
Acısı olan kişiler de kolay sinirlenebilirler. Bu acı fiziksel olabileceği gibi duygusal da olabilir. Acımızla uğraşırken, ayakta kalma mücadelesi içindeyken başkalarına tahammül etmemiz çok güçleşir. Zaten buna ne enerjimiz ne de zamanımız vardır. Böyle durumlarda, kendi başımıza baş etmeye çalışmak yerine, yaşadığımız acıyı paylaşmak ve destek istemek daha doğru bir yoldur.
Stres ve kaygılardan uzak, huzurlu mutlu günler dileriz.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
KENDİ KENDİNE KONUŞMAK
Kişinin günlük yaşamda kendi kendine konuşması her zaman bir hrahatsızlık olarak algılanmamalıdır. Bu kişinin stresten kurtulması için son derece faydalı olabilir. Yeni bir duruma veya ortama adapte olurken, müsabaka esnasında heyecanını bastırırken, vücut metabolizması aşırı stresten dolayı içini dökme ihtiyacı hissederken, yazarlar ilham gelmesi için zihinlerini ve duygularını zorlarken bu tür davranışların sergilenmesi oldukça tabii bir durumdur. Ancak farklı türlerde geliştiğinden, biz uzmana danışacak kişiler iyi ayrılmalıdır. Bunun yanında çocuklarda kendi kendine konuşmak, tavırların şekillenmesine yardımcı olur ve gelişimlerinde doğal bir süreçtir.
Yapılan araştırmalarda insanların en fazla kaybettiği eşyalarını ararken kendi kendilerine konuştuklarını ortaya koymuştur. Bu davranışın algılama ve düşünmeyi arttırdığı belirlenmiştir.
Kendi kendine konuşmak kaç türlü olur ?
Rahatsızlık olarak kabul edilen durum: İlk durumda kişi kendini soyutlayarak, kendine yeni bir dünya kurmuştur. Kişi ayrı bir dünyada olduğunu düşünerek, kendine bir yaşam alanı kurmaktadır. Dış dünyadan tamamen kendini soyutlamıştır. Kendi hayallerindeki kişiler ve objelerle konuşarak, kendini psikolojik olarak ayakta tutmaktadır. Bu kişiler uzmana danışması gereken gruptur. Kişiler hayatta kalabilmek için ve toplumla ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından dolayı kendine ait bir dünya kurmaktadır. Bu dünyada sosyalliği aramaktadır. Bunlar için yer ve zaman önemli değildir. Çünkü gerçeklerden kopuk bir hayatı vardır. Toplumda herkesin içinde kendi kendine konuşur. Bu durumdaki kişinin mutlaka uzman desteği alması lazımdır.
Rahatsızlık olarak kabul edilmeyen durum: Kendi kendine konuşmanın diğer şeklinde ise, kişiler bunu stres gidermek için yaparlar. İnsanlar yaşamlarının bazı dönemlerinde bunu yaparak, sesli hayaller kurabilir. Bu daha çok aceleci ve hiperaktif yapıda olan kişilerde rastlanır. İnsan sosyal bir canlı olarak kabul edildiğinden, yalnızlık kişinin akıl sağlığının bozulmasına neden olabilir. Bu yüzden bazı kişiler kendi kendine konuşarak, ayakta kalmaya çalışabilirler. Bu çoğunlukla herkesin yapabildiği bir davranış şekli olabilir. Sosyal zekası yüksek olan kişiler, özellikle yalnızlığa tahammül edemezler. Bunlar daha fazla konuşurlar. Kişinin bu özelliğinin farkında olması durumunda, bunun stres azaltmaya etkisi olur.
Kendi kendine konuşmanın çözümü ?
Yazılanların dışında bir başka açıdan bakılacak olursa. İç dünyasında konuştuğu kişi kim? O ses kime ait. Yani bazen sesler kişinin kendisine ait iken bazen de bir başkasının sesi olabilir. Mesela anne babanın yetiştirme tarzına göre süper egosu fazla baskın olan bir birey iç dünyasında sürekli çatışma yaşayabilir. Bu da ortaya farklı seslerin çıkmasına sebep olabilir. Bu durumda bir çözüm yolu olarak zihinde ayrıştırmaya gidilebilir. Bunun için önce seslerin kime ait olduğu anlamlandırılır ve uygun cümle kalıpları günlük olarak tekrar edilebilir. Örnek; Bir kıyafet seçimi yapmakta zorlanıyorsa kırmızı ve mavi pantolonlar arasında gidip geliyorsa kırmızıyı seçmek isteyen ses kime ait, maviyi seçmek isteyen ses kime ait. Bunun bulunup ayrıştırılması gerekir. Genelde ses anneye ait olabiliyor. Bu durumda zihninde annesi ile kendini ayrıştırması gerekir.
Bu sorunun çözümü için psikodrama tekniği kullanılmaktadır. Bu teknikte tiyatro figürü kullanılmaktadır. Yani buna bir örnek vermek gerekirse; Kişi kendi kendine konuştuğunun farkına varırsa, çözümü kolay oluyor. Teknik sırasında kişi bir sandalyeye oturtulmakta ve karşısına boş bir sandalye konmaktadır. Boş sandalyede annesinin olduğu varsayılarak, onunla karşılıklı konuşması isteniyor. Kişi konuştuktan sonra annesinin yerine geçerek, onun gibi cevap vermeye başlıyor. Bu yapılan kişilerin sosyal ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı oluyor.
Böylesi bir zihinsel aktivasyonu kontrol etmek oldukça zordur fakat amacı olan bir şeye odaklanıldığında bastırılabilir. Örneğin kitap okumak iç konuşmaları bastırmanın verimli bir yoludur. Bu sebeple kitap okumak uykuya dalmadan önce zihni rahatlatmak için sıklıkla tercih edilen aktivitelerden biridir.
Bulunduğunuz yerde bir uzmandan destek almanızı öneririz.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Fedakarlık ve sorumluluk...
Her ikisi de farklı ulvi duygular ve her insanda olması istenen özelliklerdir. Her ikisi de bir arada bulunduğunda esas misyonunu yerine getirebilir. O yüzden bu 2 duyguyu birbirine zıt veya biri olduğunda diğeri olmayan duygular gibi ele almamak gerekir. Her insanın tabiatı gereği bazı özellikleri diğerlerine göre daha ağır basabilir. Bu sizde fedakarlık olabilir, bir başkasında cömertlik, bir başkasında ise cesaret vs şeklinde olabilir.
Fedakârlık; insanın sahip olduğu, değer verdiği şeyleri seve seve feda etmesi, her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat etmesidir. Allah rızası için inandığı değerler uğruna, insanlık adına kendi menfaatlerinden vazgeçmesidir.
İnsan nefsi bencildir. Kendi isteklerini ve çıkarlarını ön planda tutar. Nefsin bu egosunu kırarak, Allah rızası için fedakârlık göstermek insanlık değerleri içerisinde en yüksek hasletlerden birisidir.
İslam tarihinde Mekkeli Müslümanların Mekke'de karşılaştıkları dayanılmaz işkence, tazyik ve sonrasında da mal ve mülklerini bırakıp inançları uğruna hicret etmesi, diğer yandan Medineli Ensarın Muhacirlere kucak açması fedakârlığın güzel bir örneğidir.
Fedakârlık bir fazilettir. İnsan ise; yaratılanların en mükemmeli olduğundan, fedakârlık en evvel insana yakışır ve onda bulunması icab eder.
Bu asırda, küfür ve sefahate karşı mücadele etmek fedakârlık adına en büyük esas ve fazilettir.
Ancak fedakârlığın boyutu ve koordinatları çok geniştir. Zira her şeyden fedakârlık yapılabilir. Fedakâr insanların hâline bakıp da yapamayanların yeise düşmesine mahal yoktur. Çünkü fedakârlık noktasında herkes her fedakârlığı yapamaz, ancak herkes bir çeşit fedakârlık yapabilir.
Mesala; kimileri hayatından, kimileri imkânlarından, kimileri ilminden, kimileri makam ve rütbesinden, kimileri zamanından, kimileri muhabbet ve şefkatinden, kimileri ibadet, evrad ve ezkarından fedakârlık yapabilirler.
İkramda bulunmak, sevgi ve muhabbetle davranmak, iltifat etmek, uzlaşmacı ve uyumlu olmak, ahlaklı ve faziletli yaşamak, gurur ve enaniyetli olmamak, hürmetli ve saygılı olmak, hemen hemen çoğumuzun yapabileceği fedakârlıklardır.
Fakat tabii ki insanız günlük yaşamın her anında bu davranışları aynı oranda sergilemeyi kendimizden de başkalarından da bekleyemeyiz. Efendimizin (S.A.S) Medine'ye hicretinden sonra ilk yaptığı bütün Medine halkı ile ilk anayasayı yapmak oldu. 50 yıllık evli birine hayatı boyunca hanımıyla nasıl hiç tartışmadan geçindikleri sorulduğunda; eşimle evlendiğimiz gece masanın üstüne ilmihali koyup " Ne sen bana uyacaksın ne de ben sana. Her ikimizde bu ilmihale uyacağız. " dediği gibi aslında bir yerin huzurlu işleyişi için gerekirse yazılı kuralların olması gerekiyor. Bu ortak kullanıma açık küçük bir mutfak olsa bile. Gerekirse herkesin görebildiği yerlere mutfak kuralları yazılıp asılabilir ve herkesten bu kurallara riayet etmesi istenebilir. Avrupa ülkelerinde bu tür yazılı kurallar oldukça yaygın ve bu kişiler artık bir Avrupa ülkesinde yaşadıkları için bu tür kurallara uymayı benimsemeleri gerekir. İnsanları kırmamak için sorumluluklarını aksatmalarına göz yummaktan ziyade uygun bir üslup ve metotla bu rahatsızlığı onlarla paylaşmalısınız. Mevcut durum aslında herkesin aleyhine ve sizde sonuçta bir insansınız, bir tahammül gücünüz var. Konuşulmadan önce çok büyük gibi görünen pek çok problem ifade edildikten sonra çok kolay bir şekilde çözüme kavuşturulabilir aslında. Neticede karşınızdaki insanlar da sizin iyi niyetinizden emin olduğundan bu tür konuları konuşup, görev dağılımı yapmak en iyisi.
Fedakârlık; insanın sahip olduğu, değer verdiği şeyleri seve seve feda etmesi, her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat etmesidir. Allah rızası için inandığı değerler uğruna, insanlık adına kendi menfaatlerinden vazgeçmesidir.
İnsan nefsi bencildir. Kendi isteklerini ve çıkarlarını ön planda tutar. Nefsin bu egosunu kırarak, Allah rızası için fedakârlık göstermek insanlık değerleri içerisinde en yüksek hasletlerden birisidir.
İslam tarihinde Mekkeli Müslümanların Mekke'de karşılaştıkları dayanılmaz işkence, tazyik ve sonrasında da mal ve mülklerini bırakıp inançları uğruna hicret etmesi, diğer yandan Medineli Ensarın Muhacirlere kucak açması fedakârlığın güzel bir örneğidir.
Fedakârlık bir fazilettir. İnsan ise; yaratılanların en mükemmeli olduğundan, fedakârlık en evvel insana yakışır ve onda bulunması icab eder.
Bu asırda, küfür ve sefahate karşı mücadele etmek fedakârlık adına en büyük esas ve fazilettir.
Ancak fedakârlığın boyutu ve koordinatları çok geniştir. Zira her şeyden fedakârlık yapılabilir. Fedakâr insanların hâline bakıp da yapamayanların yeise düşmesine mahal yoktur. Çünkü fedakârlık noktasında herkes her fedakârlığı yapamaz, ancak herkes bir çeşit fedakârlık yapabilir.
Mesala; kimileri hayatından, kimileri imkânlarından, kimileri ilminden, kimileri makam ve rütbesinden, kimileri zamanından, kimileri muhabbet ve şefkatinden, kimileri ibadet, evrad ve ezkarından fedakârlık yapabilirler.
İkramda bulunmak, sevgi ve muhabbetle davranmak, iltifat etmek, uzlaşmacı ve uyumlu olmak, ahlaklı ve faziletli yaşamak, gurur ve enaniyetli olmamak, hürmetli ve saygılı olmak, hemen hemen çoğumuzun yapabileceği fedakârlıklardır.
Fakat tabii ki insanız günlük yaşamın her anında bu davranışları aynı oranda sergilemeyi kendimizden de başkalarından da bekleyemeyiz. Efendimizin (S.A.S) Medine'ye hicretinden sonra ilk yaptığı bütün Medine halkı ile ilk anayasayı yapmak oldu. 50 yıllık evli birine hayatı boyunca hanımıyla nasıl hiç tartışmadan geçindikleri sorulduğunda; eşimle evlendiğimiz gece masanın üstüne ilmihali koyup " Ne sen bana uyacaksın ne de ben sana. Her ikimizde bu ilmihale uyacağız. " dediği gibi aslında bir yerin huzurlu işleyişi için gerekirse yazılı kuralların olması gerekiyor. Bu ortak kullanıma açık küçük bir mutfak olsa bile. Gerekirse herkesin görebildiği yerlere mutfak kuralları yazılıp asılabilir ve herkesten bu kurallara riayet etmesi istenebilir. Avrupa ülkelerinde bu tür yazılı kurallar oldukça yaygın ve bu kişiler artık bir Avrupa ülkesinde yaşadıkları için bu tür kurallara uymayı benimsemeleri gerekir. İnsanları kırmamak için sorumluluklarını aksatmalarına göz yummaktan ziyade uygun bir üslup ve metotla bu rahatsızlığı onlarla paylaşmalısınız. Mevcut durum aslında herkesin aleyhine ve sizde sonuçta bir insansınız, bir tahammül gücünüz var. Konuşulmadan önce çok büyük gibi görünen pek çok problem ifade edildikten sonra çok kolay bir şekilde çözüme kavuşturulabilir aslında. Neticede karşınızdaki insanlar da sizin iyi niyetinizden emin olduğundan bu tür konuları konuşup, görev dağılımı yapmak en iyisi.
Çocuklara Allah'ı Nasıl Anlatmalıyız? Cevap 2
CEVAP 2 :
“Çocuklara Allah’ı anlatmak güç değildir. Güç olan, nasıl ve ne şekilde anlatılacağıdır.”
Çocuk, zihninde; “Allah” kavramına karşı bir tasavvur ve kendine özgü bir yorum geliştirir. Çünkü, çocukları en çok meşgul eden ve ilgilerini çeken konu, şüphesiz Allah’tır. Onların Allah’ı bu denli merak etmelerinde, yaratılıştan getirdikleri inanç duygusunun tesiri olduğu gibi, çocukluk çağının bir vakıası olan, çocukların tabiatüstü kuvvet ve varlığa karşı duydukları temayülün de payı vardır.
Etrafını kuşatan fizikî ve sosyal çevreyi keşfetme ve tanıma arzusunda olan çocuğun önde gelen meraklarından biri de “kim tarafından yaratıldığı”dır. Diğer meraklarında olduğu gibi bu konuda da çocuk cevabı öncelikle anne ve babasından bekler.
Çocuk, 4 yaş dolaylarında Allah hakkında fikir yürütmeye başlar. Bu yaş çocuklarının Allah tasavvuru gelişim özelliklerine ve zihinsel kapasitelerine uygun olarak Allah’ı insana benzetme şeklindedir. 3-7 yaşları arasında Allah’ı “gökyüzünde oturan sakallı bir dede”şeklinde yorumlayabilir. (1)
5-6 yaş grubundaki çocuklar tarafından Allah çok tabiî olarak insanî vasıflarla tasavvur edilmektedir. Çocukların Allah hakkında kullandığı her sıfatın içerisinde fiziksel unsurlardan ve duyular âleminden bir şeyler bulmak mümkündür.
Bu yaşlardaki çocukların sebep-sonuç ilişkilerini tam olarak çözümleyemediklerini düşünecek olursak, çocuktan, dinin en temel kavramı olan Allah’ı bir yetişkin gibi algılaması da beklenemez.
5-6 yaşlarındaki çocuklar için büyüklük ve yükseklik mekânla sınırlıdır. Bundan dolayı olmalıdır ki, Allah tasavvurunda Ona uygun görülen mekân, çocuğun görebildiği en yüce ve ulvî mekân olarak gökyüzüdür. “Sence Allah nerede?”şeklinde düzenlenen bir soruya genellikle: “Bulutların üstünde, bulutların arasında, havada, uzayda, yıldızların ve ayın yanında, cennette.”gibi cevaplar verilmiştir. (2)
Çocukların büyük bir kısmı Allah’ın görülemez olduğunu kabul etmektedir. Ancak bu kabullenişin şartlı bir kabul olduğunu görmekteyiz. Çocuklar genelde yukarıda ve uzak bir yerde olduğu için Onun görülemeyeceğine inanmaktadırlar.
Çocukların çok azı: “Allah kalbimizdedir, onun için göremiyoruz.”ya da “O, büyük bir güçtür.”şeklinde düşünmektedir. Bu düşünce çerçevesinde Allah, ilâhî bir varlıktır ve ancak insanlara yaptığı yardım ve fiilleri sayesinde tanınıp bilinir.
Çocuklara göre, Allah’ın çocukları sevme sebebi, annelerinin onlardan bekledikleri ile yakından ilgilidir. Yani tıpkı annelerinin istediği gibi, Allah da onlardan yemeklerini yemelerini, akıllı uslu durmalarını beklemekte ve onun için sevmektedir.
O halde Allah’ın kendisini zaten sevdiğine bütün kalbiyle inanan çocukların bu inançları yeri geldikçe kuvvetlendirilmelidir. Bilhassa hayatın ilk yıllarında diğer sevgi çeşitlerine göre önem kazanan himayeye dayalı sevgi çeşidi, çocuğun sağlıklı ilişkiler
kurmasına yardım eder. Her zaman yanında olan “Yaratıcının”aynı zamanda onu tüm kötülüklerden de koruduğunu bilmesinde fayda vardır. Aslında dinî duygunun nüvelerinden biri sayılan bağlanma duygusu çocuklarda mevcuttur. “Allah’ı sevdiğimiz için O da bizi sever.”veya “Bizi koruduğu için Allah bizi sever”şeklindeki cevaplarının iyi tahlil edilmesi, bizi çocukların sevecekleri ve bağlanacakları dost bir Allah’a inandıklarını kabule sevk eder.
Çocuklar temelde Allah’a karşı dostça hisler besledikleri hâlde, bazıları Allah’tan korktuklarını ifade etmişlerdir. Allah’tan korkma sebeplerinin başında; yaramazlık yapanların, annesinin babasının sözünü dinlemeyenlerin cehenneme atılacağı gelmektedir. Allah’ın çarpabileceği, herkesin ondan korktuğu, insanları taşa çevirebileceği ise diğer sebeplerdir. (3)
Bunun yanında, Allah’tan korkanların korku ifadelerine ailelerden gelen dinî öğretilerin yansıması olduğu aşikârdır. “Allah’ın insanı taş yapması”nı ya da “çarptığını”kalıp cümleler olarak büyüklerden öğrenen çocuklarda, edinilmiş ve tabiî olmayan bir Allah korkusu vardır.
Çocuğun Allah korkusu yerine, Allah sevgisi ile yetişmesi gerekmektedir. O, Allah’ın; seven, koruyan, hoşgören, affeden, cezadan çok ödüllendiren bir varlık olduğunu öğrenmelidir.
Ege Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya katılan öğrencilerin %50 si Allaha kesin inanmadığını, %25i bu konu hakkında fikri olmadığını, diğer %25'i de Allaha kesin inandığını belirtmiştir.
4. Sınıflarda en dikkat çeken nokta ise öğrencilerin Allah'ı çocukluktan itibaren ceza veren, yakan, cehenneme atan negatif tanrı imajıyla tanıdıkları icin çok yüksek depresyon puanına sahip olmalarıydı.
Halbuki çocuklara seven, bağışlayan, affeden, nimet veren, koruyan bir Allah inancı yerlestirilse ilerleyen yaşlarda depresyona girme oranları çok düşüyor veya depresyonu çok hafif ve çabuk atlatıyorlar.
Ve bu grubun batıda yapılan boylamsal araştırmalara göre intihar eğilimli olmadıkları tesbit ediliyor.
Ama diğerinde o boylamsal araştırmalarda cok kuvvetli suçluluk, kendinden nefret olduğu için intihar vakaları görülüyor.
O yüzden çocuklara küçük yaşta verilecek Pozitif Allah ve din inancı çok önemlidir.
PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ
“Çocuklara Allah’ı anlatmak güç değildir. Güç olan, nasıl ve ne şekilde anlatılacağıdır.”
Çocuk, zihninde; “Allah” kavramına karşı bir tasavvur ve kendine özgü bir yorum geliştirir. Çünkü, çocukları en çok meşgul eden ve ilgilerini çeken konu, şüphesiz Allah’tır. Onların Allah’ı bu denli merak etmelerinde, yaratılıştan getirdikleri inanç duygusunun tesiri olduğu gibi, çocukluk çağının bir vakıası olan, çocukların tabiatüstü kuvvet ve varlığa karşı duydukları temayülün de payı vardır.
Etrafını kuşatan fizikî ve sosyal çevreyi keşfetme ve tanıma arzusunda olan çocuğun önde gelen meraklarından biri de “kim tarafından yaratıldığı”dır. Diğer meraklarında olduğu gibi bu konuda da çocuk cevabı öncelikle anne ve babasından bekler.
Çocuk, 4 yaş dolaylarında Allah hakkında fikir yürütmeye başlar. Bu yaş çocuklarının Allah tasavvuru gelişim özelliklerine ve zihinsel kapasitelerine uygun olarak Allah’ı insana benzetme şeklindedir. 3-7 yaşları arasında Allah’ı “gökyüzünde oturan sakallı bir dede”şeklinde yorumlayabilir. (1)
5-6 yaş grubundaki çocuklar tarafından Allah çok tabiî olarak insanî vasıflarla tasavvur edilmektedir. Çocukların Allah hakkında kullandığı her sıfatın içerisinde fiziksel unsurlardan ve duyular âleminden bir şeyler bulmak mümkündür.
Bu yaşlardaki çocukların sebep-sonuç ilişkilerini tam olarak çözümleyemediklerini düşünecek olursak, çocuktan, dinin en temel kavramı olan Allah’ı bir yetişkin gibi algılaması da beklenemez.
5-6 yaşlarındaki çocuklar için büyüklük ve yükseklik mekânla sınırlıdır. Bundan dolayı olmalıdır ki, Allah tasavvurunda Ona uygun görülen mekân, çocuğun görebildiği en yüce ve ulvî mekân olarak gökyüzüdür. “Sence Allah nerede?”şeklinde düzenlenen bir soruya genellikle: “Bulutların üstünde, bulutların arasında, havada, uzayda, yıldızların ve ayın yanında, cennette.”gibi cevaplar verilmiştir. (2)
Çocukların büyük bir kısmı Allah’ın görülemez olduğunu kabul etmektedir. Ancak bu kabullenişin şartlı bir kabul olduğunu görmekteyiz. Çocuklar genelde yukarıda ve uzak bir yerde olduğu için Onun görülemeyeceğine inanmaktadırlar.
Çocukların çok azı: “Allah kalbimizdedir, onun için göremiyoruz.”ya da “O, büyük bir güçtür.”şeklinde düşünmektedir. Bu düşünce çerçevesinde Allah, ilâhî bir varlıktır ve ancak insanlara yaptığı yardım ve fiilleri sayesinde tanınıp bilinir.
Çocuklara göre, Allah’ın çocukları sevme sebebi, annelerinin onlardan bekledikleri ile yakından ilgilidir. Yani tıpkı annelerinin istediği gibi, Allah da onlardan yemeklerini yemelerini, akıllı uslu durmalarını beklemekte ve onun için sevmektedir.
O halde Allah’ın kendisini zaten sevdiğine bütün kalbiyle inanan çocukların bu inançları yeri geldikçe kuvvetlendirilmelidir. Bilhassa hayatın ilk yıllarında diğer sevgi çeşitlerine göre önem kazanan himayeye dayalı sevgi çeşidi, çocuğun sağlıklı ilişkiler
kurmasına yardım eder. Her zaman yanında olan “Yaratıcının”aynı zamanda onu tüm kötülüklerden de koruduğunu bilmesinde fayda vardır. Aslında dinî duygunun nüvelerinden biri sayılan bağlanma duygusu çocuklarda mevcuttur. “Allah’ı sevdiğimiz için O da bizi sever.”veya “Bizi koruduğu için Allah bizi sever”şeklindeki cevaplarının iyi tahlil edilmesi, bizi çocukların sevecekleri ve bağlanacakları dost bir Allah’a inandıklarını kabule sevk eder.
Çocuklar temelde Allah’a karşı dostça hisler besledikleri hâlde, bazıları Allah’tan korktuklarını ifade etmişlerdir. Allah’tan korkma sebeplerinin başında; yaramazlık yapanların, annesinin babasının sözünü dinlemeyenlerin cehenneme atılacağı gelmektedir. Allah’ın çarpabileceği, herkesin ondan korktuğu, insanları taşa çevirebileceği ise diğer sebeplerdir. (3)
Bunun yanında, Allah’tan korkanların korku ifadelerine ailelerden gelen dinî öğretilerin yansıması olduğu aşikârdır. “Allah’ın insanı taş yapması”nı ya da “çarptığını”kalıp cümleler olarak büyüklerden öğrenen çocuklarda, edinilmiş ve tabiî olmayan bir Allah korkusu vardır.
Çocuğun Allah korkusu yerine, Allah sevgisi ile yetişmesi gerekmektedir. O, Allah’ın; seven, koruyan, hoşgören, affeden, cezadan çok ödüllendiren bir varlık olduğunu öğrenmelidir.
Ege Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya katılan öğrencilerin %50 si Allaha kesin inanmadığını, %25i bu konu hakkında fikri olmadığını, diğer %25'i de Allaha kesin inandığını belirtmiştir.
4. Sınıflarda en dikkat çeken nokta ise öğrencilerin Allah'ı çocukluktan itibaren ceza veren, yakan, cehenneme atan negatif tanrı imajıyla tanıdıkları icin çok yüksek depresyon puanına sahip olmalarıydı.
Halbuki çocuklara seven, bağışlayan, affeden, nimet veren, koruyan bir Allah inancı yerlestirilse ilerleyen yaşlarda depresyona girme oranları çok düşüyor veya depresyonu çok hafif ve çabuk atlatıyorlar.
Ve bu grubun batıda yapılan boylamsal araştırmalara göre intihar eğilimli olmadıkları tesbit ediliyor.
Ama diğerinde o boylamsal araştırmalarda cok kuvvetli suçluluk, kendinden nefret olduğu için intihar vakaları görülüyor.
O yüzden çocuklara küçük yaşta verilecek Pozitif Allah ve din inancı çok önemlidir.
PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ
Çocuklara Allah'ı Nasıl Anlatmalıyız?
SORU
İyi günler, 6 yasında bir kızım var. Etrafımda bu yas civarı çocukları olan arkadaşlarım da var. Allah ve görünmeyen varlıklar ile ilgili sorularını nasıl cevaplamalıyız?
( Not : Konunun önemine binaen 2 cevap yayinlanacaktır.)
CEVAP 1
Deneysel psikoloji, okul çağına kadar çocukta sanatsal bir düşünce biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre çocuk gördüğü her şeyin bir insan eliyle yapıldığını; güneş, ay, yıldızlar, denizler vs. gibi zor şeylerin de daha güçlü ve daha büyük bir insan tarafından yapıldığını düşünmektedir.
Çocuktaki bu "büyük işleri büyük insan yapar"düşüncesi ileride, soyut zekânın gelişmesi ile birlikte, "Allah, yoktan var eden, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, kâinatın tek sahibidir."inancını kolay kabul etmesini sağlamaktadır.
Deneysel psikolojiye göre bir çocuğa Allah inancı verilmese bile, bu sanatsal düşünce yeteneği sayesinde kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu kolayca bulabilecektir. Çocuk ayrıca soyut zekânın işlemeye başladığı okul yaşına kadar -her şeyi canlı kabul eden- bir dünya görüşüne sahip olduğu için, Allah'ı büyük bir insana benzetmekten kurtulamaz. Bu yüzden çocukların "Allah nerede oturuyor? Allah'ın evi var mı? Allah'ı neden göremiyoruz?" gibi sorularını anlayışla karşılamalı, onlara kızmamalıyız.
Bazı anne ve babaların "Allah gökyüzünde oturur. Allah cennette oturur." şeklinde cevaplar verdiğini duyuyoruz. Allah mekândan münezzeh olduğu için, bu cevaplar İslam itikadına aykırıdır.
Çocukların en çok sordukları sorular "Allah nerede?", " Allah'ı niçin göremiyoruz?" sorularıdır. Bu soruya klasik cevabımız,"Allah'ın bizim gibi maddî bir varlığı yok. Bu yüzden Allah hiç bir yerdedir. Ancak, Allah'ın yarattığı varlıklar her yerdedir ve yarattığı bu varlıklardaki görünen güzellik, mükemmellik gibi özellikleriyle de her yerdedir." şeklinde olabilir.
Bir ailenin aktardığı şu örnek bizim de işimize yarayabilir:
O sıralarda çocukları baba ve anneye "Allah nerede, niçin göremiyoruz?" sorularını sormaktadır. Bir gün başka bir ilde oturan babaanne torunlarına özel bir su böreği yapar ve bir akrabalarıyla yollar. Su böreğini yerken babanın birden aklına gelir.
"Çocuklar, şimdi babaannemiz nerede?" diye sorar.
Çocuklar babaannenin oturduğu ili söylerler. Babanın,
"Bu börekleri kim yaptı ve yolladı bize?" sorusunu çocuklar,
"Babaanne!.." diye cevaplarlar. Baba yine sorar:
"Nerden biliyorsunuz onun yaptığını?"
"Çünkü bu güzel su böreğini babaanne yapıyor." diye cevap verir çocuklar. Baba burada şu yorumu ekler:
"Biz babaanneyi göremiyoruz gözümüzle. Ancak onun yaptığı bu börek yoluyla onu tanıyor ve biliyoruz. Ayrıca o İstanbul'da olmasa da, yaptığı börekle şimdi bizim yanımızda. Yaratıcımızı da gözümüzle göremiyoruz. Ancak yaratmış olduğu çiçeklerle, rüzgârla, çilekle bizim yanımızda O da."
Allah'ın çok büyük olduğunu, bizim O'nu göremeyecek kadar küçük olduğumuzu söyleyebiliriz. Allah bizi görüyor, fakat biz O'nu göremiyoruz. Tv de görünenleri biz görürken, onlar bizi göremiyorlar. Vazifemiz Allah'ı görmek değil, bilmek, tanımak ve sevmektir. Sevdiğimiz her şeyi O verdi bize. Öyle ise O'nu çok sevmeliyiz. O'nu sevdiğimizi göstermek için, O'nun istediklerini yapmalıyız., O'nun istediği gibi olmalıyız, yani Peygamberimiz (asm) gibi...Kim o? Allah'ın elçisi, O'nun en çok sevdiği insan. Çocuğun merakını, nazarını Peygambere çevirirsek, O'nu düşünmesini temin edersek işimiz daha da kolaylaşır. O'nun gibi yaşadıkça Allah bizi sevecek, daha sonra (öldükten sonra) kendisini bize gösterecek.
Çocukların sıkça sordukları diğer bir soru da "Allah Nasıl Bir Varlık?"
"Nasıl" sorusu iki farklı anlamı ima eder. İlkimaddî varlık anlamındadır. Büyük-küçük, uzun-kısa gibi. İkinci anlam ise o varlığın hususiyetlerini ima eder.
Allah maddi bir varlık olmadığı için, maddi varlıklar için geçerli olan özellikleri olamaz. Bu aynen bu şekilde çocuğa aktarılabilir:
İkinci anlamdaki Allah'ın nasıl bir varlık olduğu ise çocukların gerçek ihtiyaç duyduğudur. Çocuğun duygularını sadece"Bir Allah var. Her şeyi O yarattı." şeklindeki bir yaklaşım tatmin edemez. Yaratıcı öyle bir yaratıcıdır ki: Rahmetli, şefkatli, hayatı ve ölümü veren, rüzgârı harekete geçiren, ölen kuşunu cennete yollayan, güzel, mükemmel yaratan, adaletli, anlamsız iş yapmayan, insanı çok seven ve değer veren, kocaman her şeyi, küçücük her şeyi yaratan, hamam böceklerini, yılanları, fareleri, koyunları en güzel ve en biçimli şekilde yaratan, annenin kalbine kek yapma isteği koyan, anneye güzel yemekler yapma ilhamı veren, insanların iyiliğini isteyen bir Yaratıcıdır.
Yaratıcının nasıl bir varlık olduğu her fırsat değerlendirilerek anlatılabilir.
"Rabbimiz ağaçları ne güzel yaratmış, demek ki O çok güzel,"
"Kediye süt verme isteği koyuyor içimize, ne kadar şefkatli O,"
"Bulutları ne kadar düzenli yaratıyor. Ne kadar adaletli",
"İnsanların elinin değmediği her yer ne kadar temiz, O Kuddûs olmalı" gibi.
Çocukların Allah'ın maddî varlığına ait sorularında ısrarcı olmalarının bir nedeni, çocuğa özellikleriyle Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu anlatmaktaki eksikliktir. Eğer bu eksiklik giderilirse, çocuklar, "Allah'ı neden göremiyoruz, maddî olarak nasıl bir varlık"şeklindeki sorularında ısrarcı olmayacaktır.
Çocuk doğruyu yanlışı fark edene kadar ailesi tarafından yönlendirilmeli ve eğitilmelidir. Eğitimi ileride doğruyu seçmesine yönelik olmalıdır. Çocukluğunda hiç dini eğitim almamış bir kızdan, yirmi yaşında örtünmeyi seçmesini beklemek zordur. Çocuk bu yönde eğitilmeli, ama bunu yaparken nefret ettirmemeye azami gayret etmeli ve sevdirerek gerekli eğitimi vermeli...
Çocuğun Dini Eğitimi Ne Zaman Başlar ?
Çocuk terbiyesi çocuğun doğumundan önce başlayan, peder ve validenin ortak bir misyonuyla kendilerinin vefatlarına kadar devam eden oldukça uzun bir zaman dilimine ihtiyaç duyulan bir süreçtir.
Bu konuda örnek göstermemizi istediğiniz Bediüzzaman Hazretleri en önce kendi anne ve babası tarafından doğumundan önce terbiye edilmeye başlanmıştır. Validesi ona hamile olduktan sonra abdestsiz yere basmamakta ve doğumundan sonra da abdestsiz onu emzirmemektedir. Pederi de aynı inceliği gösterip, geçim kaynağı olan büyükbaş hayvanlarını tarlaya götürürken, başkalarının bağ ve bahçelerinden ot yiyip rızıklarına haram bulaşmasın diye ağızlarını bağlamıştır.
Bu örnekte de görüldüğü gibi, doğumdan öncepeder ve valide en önce kendilerini bir terbiyeye tabi tutmuşlardır. Bir peder ve valide, çocuğunun doğumundan önce kendi ibadet hayatına çeki düzen vermeli, kötü alışkanlıklarından vazgeçmeye azmetmelidir. Unutulmamalıdır ki çocuğun doğumundan sonraya bırakılacak bir iş değildir. Bir çocuk hayatı boyunca öğrenip öğreneceklerinin hemen hemen yarısını bir ile beş yaş arasında öğrenmektedir. Bu döneme ailenin iyi hazırlanması gerekir.
Çocuk terbiyesinde diğer bir önemli hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
“… bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: 'Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?..'... ”(Emirdağ Lahikası-I, Yirminci Mektup)
Çocuk Ruh Sağlığı Açısından Din Eğitimi
Psikolog Antonie Vergote, "Din Psikolojisi" isimli eserinde, çocukların doğuştan din duygusuna sahip olduklarını söyler. İnsan sadece etten, kemikten ve kandan ibaret maddî bir varlık değildir. Onu diğer canlılardan ayıran doğuştan sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sevmek, sevilmek, bir inanca sahip olmak, kendisini değerli ve güçlü hissetmek ister. Bu da ancak bir aileye, bir topluma, bir vatana ve bir dine bağlı olmakla mümkündür.
Kuralsız toplum yoktur. Bir toplumu ayakta tutan kurallar bütününe hukuk diyoruz. Hukukun olmadığı yerde anarşi, kargaşa ve kaba güç vardır. Hırsızlığı, haksız kazancı, zayıfı ezmeyi, adam öldürmeyi, kısacası cana-mala-namusa tecavüzü yasaklayan hukuk maddeleri kaynağını dinden almaktadır. Allah'ın elçisi bütün peygamberler bu kuralları insanlara bildirmek ve toplum düzenini sağlamak için gönderilmiştir. Helâl-haram, sevap-günah kavramlarını kullanmadan, yani dinî kaynaklara başvurmadan çocuklara ahlâkî davranışlar kazandırmamız çok zordur.
Çocuklarımıza Allahı Nasıl Anlatacağız?
Çocuklar, hikaye ile anlatılan konuları daha kolay ve daha istekli öğrenirler. Allah'ı ve sıfatlarını öğretirken Lokman (a.s.) ile oğlu arasında geçen konuşmaları hikaye şeklinde anlatabiliriz. Çocuklarımıza Peygamberimizi (asm) anlatırken, çocukları ne kadar çok sevdiğini, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimizden ve kızı Fatıma anamızdan örnekler vererek anlatabiliriz. Meselâ, Sevgili Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir hicret için Sevr mağarasına gizlendiklerinde yaşanan örümcek ve güvercin mucizesi hikaye suretinde anlatılıp burdan da hayvan sevgisine ve onları yaratan Allah sevgisine geçilebilir.
Lokman (as)'ın oğluna yaptığı öğütlere baktığımızda ilk sırada "Allah'tan başka ilâh yoktur." inancının geldiğini görüyoruz:
"Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: 'Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.' "(Lokman, 31/13)
Biz de, bu âyetten hareketle, çocuklarımıza Allah'ın büyüklüğünü anlatacağız. "Kâinatı, güneşi, yıldızları, ayı, dünyayı ve üzerindeki bütün canlıları yaratan O'dur. Dünyanın en güçlü kralına da, küçücük sineğe de can veren O'dur. Allah'tan başka ilâh yoktur. İbadete ve duaya lâyık ancak O'dur. Ancak Allah'ın önünde eğilir (namaz kılar) ve gücümüzün yetmediği şeyleri O'ndan isteriz. Eğer Allah'ı unutur, mal, para ve makam elde etmek için başkalarının önünde eğilirsek Allah'a ortak koşmuş, büyük bir haksızlık yapmış oluruz."
"(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) "Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden)hakkıyla haberdar olandır."(Lokman, 31/16).
Biz de Lokman (as) gibi, çocuklarımıza Allah'ın yaptığımız her şeyi gördüğünü, aklımızdan ve kalbimizden geçen en gizli duyguları bildiğini, O'ndan hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimizi, iyi şeyler yaptığımızda çok hoşuna gideceğini ve bizi seveceğini anlatmalıyız.
Sonraki âyetlerde, Lokman (as) öğütlerine devam eder:
"Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!" (Lokman, 31/17-19).
Bu âyetlerde hem Allah'a, hem de O'nun yarattığı insanlara karşı görevlerimiz sıralanmakta; adabı muaşeret kurallarının bir özeti verilmektedir. Bunları çocuklarımıza anlatırken, kelime ve açıklamalarımızı onların yaşına ve anlayışına göre seçmemiz gerekir.
Sorulara Çocuk Mantığı ile Yaklaşmalıyız
Çocukların her konudaki sorularına cevap verirken yetişkin mantığı ile değil, çocuk mantığı ile düşünmeliyiz. Yapacağımız küçük bir hata onların zihinlerini karıştırmaya yetecektir. Çocuklar dört yaşına kadar benmerkezci bir düşünceye sahiptir. Canlı cansız ayırımı yapamazlar; onlara göre her şey canlıdır. Bu sebeple masallarda geçen olayların tamamına inanırlar, uydurma olduğunu düşünmezler.
Okul öncesi eğitimde masalların ve dinî hikayelerin rolü büyüktür. Masal kahramanlarının şahsında doğru davranışları öğretmek kolaylaşır. Çocuk kendisini kahramanın yerine koyar, onunla özdeşleşir.
Çocuklarımızı İbadete ve Duaya Nasıl Alıştırabiliriz ?
Sembollerle düşünme, yani soyut düşünce tam gelişmediği için, çocuklar yedi yaşına kadar her şeye inanırlar. Dört yaşındaki bir çocuk için imkânsız diye bir şey yoktur, her şey mümkündür. "Dün gece, sen uyurken, gökten bir yıldız indi; seni öpüp gitti." deseniz hemen inanır, bunun mümkün olamayacağını düşünmez.
Dört yaşındaki çocuklara ibadetler ve dua çok ilginç gelir, bizi taklit etmeye çalışırlar. Bizimle birlikte namaz kılmak, dua etmek, oruç tutmak, camiye gitmek çok hoşlarına gider. Yemeklerden önce ve sonra Allah'a verdiği nimetlerden dolayı sesli olarak şükretmek, çocuklarımizdan birine yemekten önce besmeleyi varsa diğerine de hamd etmeyi hatırlatma görevini vermek, namazlardan sonra yine sesli olarak dua etmek; kendimiz, eşimiz, aile büyüklerimiz ve çocuklarımız için iyi dileklerde bulunmak yavrularımız üzerinde büyük tesir bırakır ve onları Allah'a yaklaştırır.
Küçük çocukların dil ve zihin gelişimi henüz yeterince olgunlaşmadığı için, soruların amacını tam olarak ifade edemezler.
Korkutarak Değil, Sevdirerek Eğitmeliyiz
Çocuklar dört-beş yaşına kadar rüya ile gerçeği birbirinden ayıramaz, düşüncelerin ve hayallerin gerçekleşebileceğine inanırlar. Kardeşini kıskandığı ve içinden ölmesini arzuladığı zaman, bunun gerçekleşeceğini düşünerek korkar, suçluluk duygusuna kapılır.
Çocuğun yaramazlığından bıkan bir anne,"Beni çok üzüyorsun, bir gün üzüntüden öleceğim." diye yakınsa veya "Allah annelerini üzen çocukları sevmez, cehenneminde yakar."diye korkutsa, çocuk bunun gerçekleşeceğini zannederek paniğe kapılır.
Çocuklara din eğitimi verirken, çoğu aileler farkında olmadan korku objesini kullanırlar.
Bir eğitim yazısında "Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları" başlığı altında şu tavsiyeler yer alıyordu:
" Zorla dua ezberletin, ezberleyemediği zaman cezalandırın.
" Yaramazlık yaptığı zaman Allah'ın onu cehennemde yakacağını söyleyerek korkutun.
" Din adamlarını, dindar akrabalarınızı ve komşularınızı çekiştirin, yaptıkları hataları sayarak gözden düşürün.
Salzman, çocuklarına söz geçiremeyen beceriksiz bir annenin hikayesini anlatırken de şöyle der:
"Bu ahmak kadın çocuklarını üç şeyle korkutarak sindirmeye çalışırdı: Öcü, baba ve Allah. Çocukları yatmaya zorlamak için,
- Yatın çabuk, kapatın gözlerinizi, yoksa öcüler gelir sizi yer, derdi. Yaramazlık yaptıkları zaman,
- Allah annesini üzen çocukları cehenneminde yakar, diye korkuturdu. Bir suç işleyen veya yalan söyleyen çocuğu tehdit eder,
- Baban akşam gelsin görürsün sen, temiz bir dayak ye de aklın başına gelsin, derdi."
Çocuk eğitiminde davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. Namaz kılacağı zaman çocukları odadan dışarı çıkaran anne babalar var. Camide çocuk azarlayan ve dışarıya kovalayan yaşlılar görürsünüz. Sebebini sorduğunuzda, "Yaramazlık yapıp namazımızı bozuyor." derler. Davranışlarıyla çocukları dinden soğuttuklarının farkında değildirler.
Rabbim yar ve yardımcımız olsun.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
İyi günler, 6 yasında bir kızım var. Etrafımda bu yas civarı çocukları olan arkadaşlarım da var. Allah ve görünmeyen varlıklar ile ilgili sorularını nasıl cevaplamalıyız?
( Not : Konunun önemine binaen 2 cevap yayinlanacaktır.)
CEVAP 1
Deneysel psikoloji, okul çağına kadar çocukta sanatsal bir düşünce biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre çocuk gördüğü her şeyin bir insan eliyle yapıldığını; güneş, ay, yıldızlar, denizler vs. gibi zor şeylerin de daha güçlü ve daha büyük bir insan tarafından yapıldığını düşünmektedir.
Çocuktaki bu "büyük işleri büyük insan yapar"düşüncesi ileride, soyut zekânın gelişmesi ile birlikte, "Allah, yoktan var eden, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, kâinatın tek sahibidir."inancını kolay kabul etmesini sağlamaktadır.
Deneysel psikolojiye göre bir çocuğa Allah inancı verilmese bile, bu sanatsal düşünce yeteneği sayesinde kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu kolayca bulabilecektir. Çocuk ayrıca soyut zekânın işlemeye başladığı okul yaşına kadar -her şeyi canlı kabul eden- bir dünya görüşüne sahip olduğu için, Allah'ı büyük bir insana benzetmekten kurtulamaz. Bu yüzden çocukların "Allah nerede oturuyor? Allah'ın evi var mı? Allah'ı neden göremiyoruz?" gibi sorularını anlayışla karşılamalı, onlara kızmamalıyız.
Bazı anne ve babaların "Allah gökyüzünde oturur. Allah cennette oturur." şeklinde cevaplar verdiğini duyuyoruz. Allah mekândan münezzeh olduğu için, bu cevaplar İslam itikadına aykırıdır.
Çocukların en çok sordukları sorular "Allah nerede?", " Allah'ı niçin göremiyoruz?" sorularıdır. Bu soruya klasik cevabımız,"Allah'ın bizim gibi maddî bir varlığı yok. Bu yüzden Allah hiç bir yerdedir. Ancak, Allah'ın yarattığı varlıklar her yerdedir ve yarattığı bu varlıklardaki görünen güzellik, mükemmellik gibi özellikleriyle de her yerdedir." şeklinde olabilir.
Bir ailenin aktardığı şu örnek bizim de işimize yarayabilir:
O sıralarda çocukları baba ve anneye "Allah nerede, niçin göremiyoruz?" sorularını sormaktadır. Bir gün başka bir ilde oturan babaanne torunlarına özel bir su böreği yapar ve bir akrabalarıyla yollar. Su böreğini yerken babanın birden aklına gelir.
"Çocuklar, şimdi babaannemiz nerede?" diye sorar.
Çocuklar babaannenin oturduğu ili söylerler. Babanın,
"Bu börekleri kim yaptı ve yolladı bize?" sorusunu çocuklar,
"Babaanne!.." diye cevaplarlar. Baba yine sorar:
"Nerden biliyorsunuz onun yaptığını?"
"Çünkü bu güzel su böreğini babaanne yapıyor." diye cevap verir çocuklar. Baba burada şu yorumu ekler:
"Biz babaanneyi göremiyoruz gözümüzle. Ancak onun yaptığı bu börek yoluyla onu tanıyor ve biliyoruz. Ayrıca o İstanbul'da olmasa da, yaptığı börekle şimdi bizim yanımızda. Yaratıcımızı da gözümüzle göremiyoruz. Ancak yaratmış olduğu çiçeklerle, rüzgârla, çilekle bizim yanımızda O da."
Allah'ın çok büyük olduğunu, bizim O'nu göremeyecek kadar küçük olduğumuzu söyleyebiliriz. Allah bizi görüyor, fakat biz O'nu göremiyoruz. Tv de görünenleri biz görürken, onlar bizi göremiyorlar. Vazifemiz Allah'ı görmek değil, bilmek, tanımak ve sevmektir. Sevdiğimiz her şeyi O verdi bize. Öyle ise O'nu çok sevmeliyiz. O'nu sevdiğimizi göstermek için, O'nun istediklerini yapmalıyız., O'nun istediği gibi olmalıyız, yani Peygamberimiz (asm) gibi...Kim o? Allah'ın elçisi, O'nun en çok sevdiği insan. Çocuğun merakını, nazarını Peygambere çevirirsek, O'nu düşünmesini temin edersek işimiz daha da kolaylaşır. O'nun gibi yaşadıkça Allah bizi sevecek, daha sonra (öldükten sonra) kendisini bize gösterecek.
Çocukların sıkça sordukları diğer bir soru da "Allah Nasıl Bir Varlık?"
"Nasıl" sorusu iki farklı anlamı ima eder. İlkimaddî varlık anlamındadır. Büyük-küçük, uzun-kısa gibi. İkinci anlam ise o varlığın hususiyetlerini ima eder.
Allah maddi bir varlık olmadığı için, maddi varlıklar için geçerli olan özellikleri olamaz. Bu aynen bu şekilde çocuğa aktarılabilir:
İkinci anlamdaki Allah'ın nasıl bir varlık olduğu ise çocukların gerçek ihtiyaç duyduğudur. Çocuğun duygularını sadece"Bir Allah var. Her şeyi O yarattı." şeklindeki bir yaklaşım tatmin edemez. Yaratıcı öyle bir yaratıcıdır ki: Rahmetli, şefkatli, hayatı ve ölümü veren, rüzgârı harekete geçiren, ölen kuşunu cennete yollayan, güzel, mükemmel yaratan, adaletli, anlamsız iş yapmayan, insanı çok seven ve değer veren, kocaman her şeyi, küçücük her şeyi yaratan, hamam böceklerini, yılanları, fareleri, koyunları en güzel ve en biçimli şekilde yaratan, annenin kalbine kek yapma isteği koyan, anneye güzel yemekler yapma ilhamı veren, insanların iyiliğini isteyen bir Yaratıcıdır.
Yaratıcının nasıl bir varlık olduğu her fırsat değerlendirilerek anlatılabilir.
"Rabbimiz ağaçları ne güzel yaratmış, demek ki O çok güzel,"
"Kediye süt verme isteği koyuyor içimize, ne kadar şefkatli O,"
"Bulutları ne kadar düzenli yaratıyor. Ne kadar adaletli",
"İnsanların elinin değmediği her yer ne kadar temiz, O Kuddûs olmalı" gibi.
Çocukların Allah'ın maddî varlığına ait sorularında ısrarcı olmalarının bir nedeni, çocuğa özellikleriyle Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu anlatmaktaki eksikliktir. Eğer bu eksiklik giderilirse, çocuklar, "Allah'ı neden göremiyoruz, maddî olarak nasıl bir varlık"şeklindeki sorularında ısrarcı olmayacaktır.
Çocuk doğruyu yanlışı fark edene kadar ailesi tarafından yönlendirilmeli ve eğitilmelidir. Eğitimi ileride doğruyu seçmesine yönelik olmalıdır. Çocukluğunda hiç dini eğitim almamış bir kızdan, yirmi yaşında örtünmeyi seçmesini beklemek zordur. Çocuk bu yönde eğitilmeli, ama bunu yaparken nefret ettirmemeye azami gayret etmeli ve sevdirerek gerekli eğitimi vermeli...
Çocuğun Dini Eğitimi Ne Zaman Başlar ?
Çocuk terbiyesi çocuğun doğumundan önce başlayan, peder ve validenin ortak bir misyonuyla kendilerinin vefatlarına kadar devam eden oldukça uzun bir zaman dilimine ihtiyaç duyulan bir süreçtir.
Bu konuda örnek göstermemizi istediğiniz Bediüzzaman Hazretleri en önce kendi anne ve babası tarafından doğumundan önce terbiye edilmeye başlanmıştır. Validesi ona hamile olduktan sonra abdestsiz yere basmamakta ve doğumundan sonra da abdestsiz onu emzirmemektedir. Pederi de aynı inceliği gösterip, geçim kaynağı olan büyükbaş hayvanlarını tarlaya götürürken, başkalarının bağ ve bahçelerinden ot yiyip rızıklarına haram bulaşmasın diye ağızlarını bağlamıştır.
Bu örnekte de görüldüğü gibi, doğumdan öncepeder ve valide en önce kendilerini bir terbiyeye tabi tutmuşlardır. Bir peder ve valide, çocuğunun doğumundan önce kendi ibadet hayatına çeki düzen vermeli, kötü alışkanlıklarından vazgeçmeye azmetmelidir. Unutulmamalıdır ki çocuğun doğumundan sonraya bırakılacak bir iş değildir. Bir çocuk hayatı boyunca öğrenip öğreneceklerinin hemen hemen yarısını bir ile beş yaş arasında öğrenmektedir. Bu döneme ailenin iyi hazırlanması gerekir.
Çocuk terbiyesinde diğer bir önemli hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
“… bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: 'Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?..'... ”(Emirdağ Lahikası-I, Yirminci Mektup)
Çocuk Ruh Sağlığı Açısından Din Eğitimi
Psikolog Antonie Vergote, "Din Psikolojisi" isimli eserinde, çocukların doğuştan din duygusuna sahip olduklarını söyler. İnsan sadece etten, kemikten ve kandan ibaret maddî bir varlık değildir. Onu diğer canlılardan ayıran doğuştan sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sevmek, sevilmek, bir inanca sahip olmak, kendisini değerli ve güçlü hissetmek ister. Bu da ancak bir aileye, bir topluma, bir vatana ve bir dine bağlı olmakla mümkündür.
Kuralsız toplum yoktur. Bir toplumu ayakta tutan kurallar bütününe hukuk diyoruz. Hukukun olmadığı yerde anarşi, kargaşa ve kaba güç vardır. Hırsızlığı, haksız kazancı, zayıfı ezmeyi, adam öldürmeyi, kısacası cana-mala-namusa tecavüzü yasaklayan hukuk maddeleri kaynağını dinden almaktadır. Allah'ın elçisi bütün peygamberler bu kuralları insanlara bildirmek ve toplum düzenini sağlamak için gönderilmiştir. Helâl-haram, sevap-günah kavramlarını kullanmadan, yani dinî kaynaklara başvurmadan çocuklara ahlâkî davranışlar kazandırmamız çok zordur.
Çocuklarımıza Allahı Nasıl Anlatacağız?
Çocuklar, hikaye ile anlatılan konuları daha kolay ve daha istekli öğrenirler. Allah'ı ve sıfatlarını öğretirken Lokman (a.s.) ile oğlu arasında geçen konuşmaları hikaye şeklinde anlatabiliriz. Çocuklarımıza Peygamberimizi (asm) anlatırken, çocukları ne kadar çok sevdiğini, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimizden ve kızı Fatıma anamızdan örnekler vererek anlatabiliriz. Meselâ, Sevgili Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir hicret için Sevr mağarasına gizlendiklerinde yaşanan örümcek ve güvercin mucizesi hikaye suretinde anlatılıp burdan da hayvan sevgisine ve onları yaratan Allah sevgisine geçilebilir.
Lokman (as)'ın oğluna yaptığı öğütlere baktığımızda ilk sırada "Allah'tan başka ilâh yoktur." inancının geldiğini görüyoruz:
"Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: 'Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.' "(Lokman, 31/13)
Biz de, bu âyetten hareketle, çocuklarımıza Allah'ın büyüklüğünü anlatacağız. "Kâinatı, güneşi, yıldızları, ayı, dünyayı ve üzerindeki bütün canlıları yaratan O'dur. Dünyanın en güçlü kralına da, küçücük sineğe de can veren O'dur. Allah'tan başka ilâh yoktur. İbadete ve duaya lâyık ancak O'dur. Ancak Allah'ın önünde eğilir (namaz kılar) ve gücümüzün yetmediği şeyleri O'ndan isteriz. Eğer Allah'ı unutur, mal, para ve makam elde etmek için başkalarının önünde eğilirsek Allah'a ortak koşmuş, büyük bir haksızlık yapmış oluruz."
"(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) "Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden)hakkıyla haberdar olandır."(Lokman, 31/16).
Biz de Lokman (as) gibi, çocuklarımıza Allah'ın yaptığımız her şeyi gördüğünü, aklımızdan ve kalbimizden geçen en gizli duyguları bildiğini, O'ndan hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimizi, iyi şeyler yaptığımızda çok hoşuna gideceğini ve bizi seveceğini anlatmalıyız.
Sonraki âyetlerde, Lokman (as) öğütlerine devam eder:
"Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!" (Lokman, 31/17-19).
Bu âyetlerde hem Allah'a, hem de O'nun yarattığı insanlara karşı görevlerimiz sıralanmakta; adabı muaşeret kurallarının bir özeti verilmektedir. Bunları çocuklarımıza anlatırken, kelime ve açıklamalarımızı onların yaşına ve anlayışına göre seçmemiz gerekir.
Sorulara Çocuk Mantığı ile Yaklaşmalıyız
Çocukların her konudaki sorularına cevap verirken yetişkin mantığı ile değil, çocuk mantığı ile düşünmeliyiz. Yapacağımız küçük bir hata onların zihinlerini karıştırmaya yetecektir. Çocuklar dört yaşına kadar benmerkezci bir düşünceye sahiptir. Canlı cansız ayırımı yapamazlar; onlara göre her şey canlıdır. Bu sebeple masallarda geçen olayların tamamına inanırlar, uydurma olduğunu düşünmezler.
Okul öncesi eğitimde masalların ve dinî hikayelerin rolü büyüktür. Masal kahramanlarının şahsında doğru davranışları öğretmek kolaylaşır. Çocuk kendisini kahramanın yerine koyar, onunla özdeşleşir.
Çocuklarımızı İbadete ve Duaya Nasıl Alıştırabiliriz ?
Sembollerle düşünme, yani soyut düşünce tam gelişmediği için, çocuklar yedi yaşına kadar her şeye inanırlar. Dört yaşındaki bir çocuk için imkânsız diye bir şey yoktur, her şey mümkündür. "Dün gece, sen uyurken, gökten bir yıldız indi; seni öpüp gitti." deseniz hemen inanır, bunun mümkün olamayacağını düşünmez.
Dört yaşındaki çocuklara ibadetler ve dua çok ilginç gelir, bizi taklit etmeye çalışırlar. Bizimle birlikte namaz kılmak, dua etmek, oruç tutmak, camiye gitmek çok hoşlarına gider. Yemeklerden önce ve sonra Allah'a verdiği nimetlerden dolayı sesli olarak şükretmek, çocuklarımizdan birine yemekten önce besmeleyi varsa diğerine de hamd etmeyi hatırlatma görevini vermek, namazlardan sonra yine sesli olarak dua etmek; kendimiz, eşimiz, aile büyüklerimiz ve çocuklarımız için iyi dileklerde bulunmak yavrularımız üzerinde büyük tesir bırakır ve onları Allah'a yaklaştırır.
Küçük çocukların dil ve zihin gelişimi henüz yeterince olgunlaşmadığı için, soruların amacını tam olarak ifade edemezler.
Korkutarak Değil, Sevdirerek Eğitmeliyiz
Çocuklar dört-beş yaşına kadar rüya ile gerçeği birbirinden ayıramaz, düşüncelerin ve hayallerin gerçekleşebileceğine inanırlar. Kardeşini kıskandığı ve içinden ölmesini arzuladığı zaman, bunun gerçekleşeceğini düşünerek korkar, suçluluk duygusuna kapılır.
Çocuğun yaramazlığından bıkan bir anne,"Beni çok üzüyorsun, bir gün üzüntüden öleceğim." diye yakınsa veya "Allah annelerini üzen çocukları sevmez, cehenneminde yakar."diye korkutsa, çocuk bunun gerçekleşeceğini zannederek paniğe kapılır.
Çocuklara din eğitimi verirken, çoğu aileler farkında olmadan korku objesini kullanırlar.
Bir eğitim yazısında "Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları" başlığı altında şu tavsiyeler yer alıyordu:
" Zorla dua ezberletin, ezberleyemediği zaman cezalandırın.
" Yaramazlık yaptığı zaman Allah'ın onu cehennemde yakacağını söyleyerek korkutun.
" Din adamlarını, dindar akrabalarınızı ve komşularınızı çekiştirin, yaptıkları hataları sayarak gözden düşürün.
Salzman, çocuklarına söz geçiremeyen beceriksiz bir annenin hikayesini anlatırken de şöyle der:
"Bu ahmak kadın çocuklarını üç şeyle korkutarak sindirmeye çalışırdı: Öcü, baba ve Allah. Çocukları yatmaya zorlamak için,
- Yatın çabuk, kapatın gözlerinizi, yoksa öcüler gelir sizi yer, derdi. Yaramazlık yaptıkları zaman,
- Allah annesini üzen çocukları cehenneminde yakar, diye korkuturdu. Bir suç işleyen veya yalan söyleyen çocuğu tehdit eder,
- Baban akşam gelsin görürsün sen, temiz bir dayak ye de aklın başına gelsin, derdi."
Çocuk eğitiminde davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. Namaz kılacağı zaman çocukları odadan dışarı çıkaran anne babalar var. Camide çocuk azarlayan ve dışarıya kovalayan yaşlılar görürsünüz. Sebebini sorduğunuzda, "Yaramazlık yapıp namazımızı bozuyor." derler. Davranışlarıyla çocukları dinden soğuttuklarının farkında değildirler.
Rabbim yar ve yardımcımız olsun.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Travma Sonrası ile Başetme Tavsiyeleri
SORU:
Bazı bayan katılımcılarımızdan gelen sorularda özetle:
- TR’de iken eşlerinin saygın bir mesleği olduğu,
- Eşlerinin bu meslek ve statülerini kaybettikleri için şu an bir sarsıntı yaşadıkları,
- Bu sarsıntının etkisi ile eşlerinin “dil öğrenme” ve “sosyal adaptasyon” konularında isteksiz oldukları,
- Kocalarının özgüven problemi yaşadığı,
- Kocalarının bu durumuna üzüldükleri,
- Onları nasıl motive edeceklerini bilemedikleri,
- Bayan olarak kendilerinin dil vb. konularda kocalarından daha önde olmaları nedeni ile aile içerisinde zaman zaman ufak sıkıntılar yaşadıkları vb. sorular geldi. Bu sorulara ortak bir cevap hazırladık ve sizlerle paylaşıyoruz.
CEVAP
Öncelikle bu durumu iki bölümde incelemenin faydalı olacaktır. Birincisi; soruyu soran kişi açısından, ikincisi ise soruyu soran kişinin eşi açısından...
Hayatta, beklenmedik anda yaşanan olumsuz ani değişimler kişide travma oluşturabiliyor. Birey yaşadığı bu duruma karşı kendinde bir mücadele mekanizması kuruyor. Bunun bazısı sağlıklı iken bazı yöntemler kısa süreli sağlıklı oluyor. Bazı baş etme yöntemleri ise büsbütün sağlıksız olabiliyor. Travma sonrası ilk dönem yaşanan olayın üzerinde fazla durulmaması başlangıç aşaması için sağlıklı bir yöntemdir. Ancak üzerinden zaman geçmesine rağmen yaşananları yok sayma, kişide kaçınma davranışı meydana getirir ve çözümü sağlıksız kılar.
"Travma sonrası" ile ilgili daha önce Psikolojik Destek Gruplarında yayınlanmış ayrıntılı yazıların okunmasını öncelikle tavsiye ederiz. Ayrıca;
Bizler kişiliğimizin üzerine birçok çeşitli özellik ekliyoruz. Kimi zaman mesleğimiz öne çıkıyor, kimi zamansa bazı yeteneklerimiz. Bazen de sahip olduklarımız, kişiliğimiz üzerinde baskın gelip, bizi başka bir insan olmaya sürükleyebiliyor. Normalde naif bir kişiliğe sahip bir kimse, meslek itibariyle yönetici konumuna yükseldiğinde, otoriter bir zemine meylediyorsa rol karmaşası yaşıyor ve kişiliğinde de bu özellik öne çıkmaya başlıyor. Bir süre sonra konumu değişen aynı kişi, bu sefer bir boşlukta kendini bulabiliyor ve bunalım yaşayabiliyor. İnsan dünyaya geldiğinde en basit şeylere bile ihtiyaç duyan bir varlık. Bununla birlikte ihtiyacı ölçüsünde de yardımlarla donatılmış bir varlık. Hayatın başında gıdasından tüm bakımına kadar, kendinin karşılayamayacağı her şey onu seven yakınları tarafından karşılanıyor. Zamanla, yapabileceği işlerde kendi gayretiyle, çözüme ulaşma durumunda kalıyor. Bebekken bir işareti karnını doyurmaya yeterken, büyüdükçe karnını doyurmak için çalışıp para kazanması, ihtiyaçlarını alıp bununla yemeğini hazırlaması gerekiyor.
Bugün eğer imkânlarımızın birçoğunu kaybetmişsek, durumumuzun farkında olmalı ve kendimizden henüz ulaşamayacağımız hedefler beklememeliyiz. İdeal benlik ile gerçek benlik arasında uçurum arttıkça, kişinin gerçeklik algısında kopmalar meydana gelebiliyor.
Eşinizin kaybettiği meslek ve statüsü, onun için daha büyük bir imtihan olmuş olabilir. Siz de bununla birlikte farklı zorluklar yaşıyorsunuz. Burada elbette birbirinize destek olabilmeniz çok güzel. “Dil yatkınlığı” ve “sosyal hayata adapte olmada yeniliklere açık olmak” ayrı yeteneklerdir. Bir bayan olarak bu süre zarfında aileniz için elinizden geleni yapmaya çalışıyorsunuz. Size düşen,
"Benden çok şey bekleniyor, bunları yerine getirmezsem başarısız bir eş olurum. Eşimin de beklentilerini karşılayamazsam bu benim için yıkım olur." gibi duygu ve düşüncelere kapılmadan;
"Bugün bizler bir kaza atlattık, kimimiz daha fazla hasar almış olabilir, kimimiz baygın, kimimiz yorgun olabiliriz. Burada şimdi ne yapmaya gücümüz yeterse bunları yapmaya çalışalım. Yapamadıklarımızdan dolayı suçluluk duygusu yaşamayalım. Niyetimizin güzelliği ve acizliğimizin farkındalığı çok kıymetli. Darda kaldığımızda bizi bu kadar zorlu yolları aşarken Yalnız Bırakmayan'dan yardım isteyelim." düşüncesiyle hareket etmektir.
Siz dil ve evin bazı sorumlulukları için bugün taşın altına fazlaca elinizi koyuyor olabilirsiniz. Kişi gücünün yettiğinden sorumludur. İyi için gayret eder fakat neticesinde elinin yetmediği durumlarda eldekinin kıymeti değerlendirir.
Şuan imkân ölçüsünde aile bireylerinin bir arada olduğu haftalık toplantılar yapmanız;
- Aile içinde sorumluluk paylaşımları yapmanız (çocuklar dâhil basit ama yapılacak şeylerin paylaşılması önemli),
- Dönemden kaynaklı yapılamayan görevler ve sorumluluklar için sabır ve müsamaha göstermeniz, bu süreci sağlıklı atlatmanıza yardımcı olacaktır.
Yaşanan sorunları veya mücadele basamağındaki yetersizlikleri, tolere etmeye çalışırken bu durumun geçici bir süreç olduğu unutulmamalı. Tüm bunlarla birlikte dert ve tasadan uzak ama sizin daha iç dünyanıza yakın bazı uğraşılar ile zihin ve ruhunuzu dinlendirmeniz faydalı olacaktır. Basit de olsa imkânlar ölçüsünde hobiler edinmeniz, süreçteki kaygı düzeyinizin kontrol altında tutulmasına faydalı olacaktır.
Bu süre zarfında sizi veya aile bireylerini ayrıca zorlayan durumlarda bir uzmandan destek almayı ihmal etmeyiniz.
Aslında aileyi sarsan büyük olaylar, evde rollerin değişmesine sebep olabilir. Mesela 99 depreminde hasar gören evlere girip kıyafet ve erzak alma işi genelde kadınlar tarafından yapıldı. Bu durum normal karşılanabilir, çünkü anne olmak kadınları bu tarz travma durumlarında daha koruyucu ve güçlü yapabiliyor. Sorun kadının bir şeyler başarmasından ziyade, erkeğin çabalamak için kendinde bir güç görememesidir. Bunun geçici bir durum olduğunu bilip eşinizi güçlü olduğu yönlerini ön plana çıkarmaya teşvik edebilirsiniz.
Ayrıca yakınlığınızın uzaklığa dönüşmemesi adına;
Eşinizle baş başa (çocuklar olmadan) haftada 1 dışarıda yemek yiyebilir veya benzeri bir faaliyette bulunabilirsiniz.
Evde ailecek (bütün aile fertleri) hiç olmazsa günde 1 vakit namazı cemaatle kılıp kısa bir dua yapmanız çok iyi gelecektir.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Bazı bayan katılımcılarımızdan gelen sorularda özetle:
- TR’de iken eşlerinin saygın bir mesleği olduğu,
- Eşlerinin bu meslek ve statülerini kaybettikleri için şu an bir sarsıntı yaşadıkları,
- Bu sarsıntının etkisi ile eşlerinin “dil öğrenme” ve “sosyal adaptasyon” konularında isteksiz oldukları,
- Kocalarının özgüven problemi yaşadığı,
- Kocalarının bu durumuna üzüldükleri,
- Onları nasıl motive edeceklerini bilemedikleri,
- Bayan olarak kendilerinin dil vb. konularda kocalarından daha önde olmaları nedeni ile aile içerisinde zaman zaman ufak sıkıntılar yaşadıkları vb. sorular geldi. Bu sorulara ortak bir cevap hazırladık ve sizlerle paylaşıyoruz.
CEVAP
Öncelikle bu durumu iki bölümde incelemenin faydalı olacaktır. Birincisi; soruyu soran kişi açısından, ikincisi ise soruyu soran kişinin eşi açısından...
Hayatta, beklenmedik anda yaşanan olumsuz ani değişimler kişide travma oluşturabiliyor. Birey yaşadığı bu duruma karşı kendinde bir mücadele mekanizması kuruyor. Bunun bazısı sağlıklı iken bazı yöntemler kısa süreli sağlıklı oluyor. Bazı baş etme yöntemleri ise büsbütün sağlıksız olabiliyor. Travma sonrası ilk dönem yaşanan olayın üzerinde fazla durulmaması başlangıç aşaması için sağlıklı bir yöntemdir. Ancak üzerinden zaman geçmesine rağmen yaşananları yok sayma, kişide kaçınma davranışı meydana getirir ve çözümü sağlıksız kılar.
"Travma sonrası" ile ilgili daha önce Psikolojik Destek Gruplarında yayınlanmış ayrıntılı yazıların okunmasını öncelikle tavsiye ederiz. Ayrıca;
Bizler kişiliğimizin üzerine birçok çeşitli özellik ekliyoruz. Kimi zaman mesleğimiz öne çıkıyor, kimi zamansa bazı yeteneklerimiz. Bazen de sahip olduklarımız, kişiliğimiz üzerinde baskın gelip, bizi başka bir insan olmaya sürükleyebiliyor. Normalde naif bir kişiliğe sahip bir kimse, meslek itibariyle yönetici konumuna yükseldiğinde, otoriter bir zemine meylediyorsa rol karmaşası yaşıyor ve kişiliğinde de bu özellik öne çıkmaya başlıyor. Bir süre sonra konumu değişen aynı kişi, bu sefer bir boşlukta kendini bulabiliyor ve bunalım yaşayabiliyor. İnsan dünyaya geldiğinde en basit şeylere bile ihtiyaç duyan bir varlık. Bununla birlikte ihtiyacı ölçüsünde de yardımlarla donatılmış bir varlık. Hayatın başında gıdasından tüm bakımına kadar, kendinin karşılayamayacağı her şey onu seven yakınları tarafından karşılanıyor. Zamanla, yapabileceği işlerde kendi gayretiyle, çözüme ulaşma durumunda kalıyor. Bebekken bir işareti karnını doyurmaya yeterken, büyüdükçe karnını doyurmak için çalışıp para kazanması, ihtiyaçlarını alıp bununla yemeğini hazırlaması gerekiyor.
Bugün eğer imkânlarımızın birçoğunu kaybetmişsek, durumumuzun farkında olmalı ve kendimizden henüz ulaşamayacağımız hedefler beklememeliyiz. İdeal benlik ile gerçek benlik arasında uçurum arttıkça, kişinin gerçeklik algısında kopmalar meydana gelebiliyor.
Eşinizin kaybettiği meslek ve statüsü, onun için daha büyük bir imtihan olmuş olabilir. Siz de bununla birlikte farklı zorluklar yaşıyorsunuz. Burada elbette birbirinize destek olabilmeniz çok güzel. “Dil yatkınlığı” ve “sosyal hayata adapte olmada yeniliklere açık olmak” ayrı yeteneklerdir. Bir bayan olarak bu süre zarfında aileniz için elinizden geleni yapmaya çalışıyorsunuz. Size düşen,
"Benden çok şey bekleniyor, bunları yerine getirmezsem başarısız bir eş olurum. Eşimin de beklentilerini karşılayamazsam bu benim için yıkım olur." gibi duygu ve düşüncelere kapılmadan;
"Bugün bizler bir kaza atlattık, kimimiz daha fazla hasar almış olabilir, kimimiz baygın, kimimiz yorgun olabiliriz. Burada şimdi ne yapmaya gücümüz yeterse bunları yapmaya çalışalım. Yapamadıklarımızdan dolayı suçluluk duygusu yaşamayalım. Niyetimizin güzelliği ve acizliğimizin farkındalığı çok kıymetli. Darda kaldığımızda bizi bu kadar zorlu yolları aşarken Yalnız Bırakmayan'dan yardım isteyelim." düşüncesiyle hareket etmektir.
Siz dil ve evin bazı sorumlulukları için bugün taşın altına fazlaca elinizi koyuyor olabilirsiniz. Kişi gücünün yettiğinden sorumludur. İyi için gayret eder fakat neticesinde elinin yetmediği durumlarda eldekinin kıymeti değerlendirir.
Şuan imkân ölçüsünde aile bireylerinin bir arada olduğu haftalık toplantılar yapmanız;
- Aile içinde sorumluluk paylaşımları yapmanız (çocuklar dâhil basit ama yapılacak şeylerin paylaşılması önemli),
- Dönemden kaynaklı yapılamayan görevler ve sorumluluklar için sabır ve müsamaha göstermeniz, bu süreci sağlıklı atlatmanıza yardımcı olacaktır.
Yaşanan sorunları veya mücadele basamağındaki yetersizlikleri, tolere etmeye çalışırken bu durumun geçici bir süreç olduğu unutulmamalı. Tüm bunlarla birlikte dert ve tasadan uzak ama sizin daha iç dünyanıza yakın bazı uğraşılar ile zihin ve ruhunuzu dinlendirmeniz faydalı olacaktır. Basit de olsa imkânlar ölçüsünde hobiler edinmeniz, süreçteki kaygı düzeyinizin kontrol altında tutulmasına faydalı olacaktır.
Bu süre zarfında sizi veya aile bireylerini ayrıca zorlayan durumlarda bir uzmandan destek almayı ihmal etmeyiniz.
Aslında aileyi sarsan büyük olaylar, evde rollerin değişmesine sebep olabilir. Mesela 99 depreminde hasar gören evlere girip kıyafet ve erzak alma işi genelde kadınlar tarafından yapıldı. Bu durum normal karşılanabilir, çünkü anne olmak kadınları bu tarz travma durumlarında daha koruyucu ve güçlü yapabiliyor. Sorun kadının bir şeyler başarmasından ziyade, erkeğin çabalamak için kendinde bir güç görememesidir. Bunun geçici bir durum olduğunu bilip eşinizi güçlü olduğu yönlerini ön plana çıkarmaya teşvik edebilirsiniz.
Ayrıca yakınlığınızın uzaklığa dönüşmemesi adına;
Eşinizle baş başa (çocuklar olmadan) haftada 1 dışarıda yemek yiyebilir veya benzeri bir faaliyette bulunabilirsiniz.
Evde ailecek (bütün aile fertleri) hiç olmazsa günde 1 vakit namazı cemaatle kılıp kısa bir dua yapmanız çok iyi gelecektir.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
15 Nisan 2019 Pazartesi
ÇOCUK VE GENÇLERİN GELİŞİMİNİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
SORU
Çocuğum 12 yaşında ve bilgisayar oyunu oynamak çok istiyor çevresindeki arkadaşları oynadığı içinde sohbetlere hep yabancı kalıyor. Bunu problem etmiyor ama aşırı heyecan ve istekle istiyor. Ben ayda 1 izin veriyorum. Verdiğim zamanlarda da bana karşı çok iyi davranıyor. Çok dayanamadığımda sonrasında bir sinirli oluyor tekrar oynamadığında. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Bunun bir zamanı vakti var mı? Oynamalı mı? Ya da hangi oyunları oynamalı? Haftada mı günlük mü oynamalı? Teşekkür ederim.
SORU
Üç oğlan çocuğu olan bir anneyim. Silahlı bilgisayar oyunlarından çocuklarımı uzak tutmaya çalışıyorum ama arkadaşları oynadığı için sürekli bir ısrarları var. Bu konuda bizim tavrımız nasıl olmalı.
CEVAP
ÇOCUK VE GENÇLERİN GELİŞİMİNİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
Çocuk, Allah’ın insana vermiş olduğu bir emanettir ve vakti geldiğinde de geri alacaktır. Şayet ona iyi bakılır, terbiyesi iyi yapılır ve başkalarına faydalı olacak bir insan olarak yetiştirilirse, imtihan kazanılmış demektir.
Genel olarak ve öncelikle eğitimden anlaşılması gereken şey, çocukların erdemli, ahlâklı, onurlu, vatanını ve milletini seven, dürüst ve namuslu fertler olarak yetişmeleridir. Bunun için öncelikle ebeveynler, sonra da sırası ile okul ve yaygın medyanın da dâhil olduğu sosyal çevre, yetişmekte olan yeni nesle gerekli ve müspet telkinlerde bulunmalı, onların davranışlarını olumluya doğru yönlendirmelidir. Bu mânâda ebeveynler, çocuklarının dâima iyi ve yüksek ahlâkı öğrenmeleri, kötü alışkanlıklardan uzak durmaları ve yanlış yollara gitmemeleri için gerekli her türlü özeni göstermeli, gayreti sarf etmelidirler. Ebeveynler çocuklarının zihnî, ruhî ve ahlâkî gelişimlerini sadece müspete yönlendirme ile değil, onların dinî-ahlâkî seviyelerini artan bir oranda zenginleştirmekle de vazifelidirler.
Hemen her yaşın kendisine has fizikî, ruhî ve zihnî ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaçların ebeveyn, okul ve sosyal çevre marifet ve delaletiyle ilerletilmesi ve geliştirilmesi gereklidir. Gence bütün bu aşamalarda rehberlik yapılması, sevgi, merhamet, adalet ve yardımseverlik gibi yüksek duygularının daha bir geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi, ihtimamlı ebeveynlik ve sosyal çevre gerektirmektedir. Dine bağlılık, Allah sevgisi, güçlü bir inanç ve yüksek ahlâk duygusunun gelişebilmesi de yine ebeveynin, okulun ve sosyal iletişim ortamlarının katkısı ile mümkündür.
Dinî inanç ve pratikler, her yetişen çocuğun ileride temel bir referansı olacak seviyede derin tesirlere sahiptir. Çocuk yetişkinliğe eriştiğinde, aldığı güçlü dinî terbiye ile içtimâî rollerini başarı ve azimle yerine getirir. Eğer yetişkinler dinî inancı ve yaşayışı gereksiz ve mânâsız sayarlarsa, çocuk inanma, bağlanma, rahat ve zor durumlarında Allah’a (celle celâluhu) güvenme, O’na sığınma ve O’nu hissetme gibi temel duyguları geliştiremeyecek, bu hassas ve çok değerli insani donanımlar –hafizan Allah– kurumaya, pörsümeye ve yok edilmeye itilmiş olacaktır. Çocuklukta meydana gelebilecek bu tehlikeli mânevî boşluk, yanlış inanç ve öğretilerle bir şekilde doldurulmaya çalışılacak, dünya hayatının süsü olan çocuklar, anarşizm, nihilizm veya ateizmin derin ve karanlık bataklığına itilmiş olacaklardır.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde: “Her doğan fıtrat üzerine doğar, sonra onu annesi ve babası ya Yahudi ya Hristiyan ya da Mecusi (ateşe tapan, bir anlamda dinsiz) yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvud, sünne 17; Tirmizî, kader 5) buyurmaktadır. Bu hadîs-i şerîfte ebeveynin, çocuğun inancının şekillenmesindeki temel rolüne dikkat çekilmekte, iyi istikamette işlenmediği takdirde, sayısız olumlu istidat ve eğilimlerle donanmış bir şekilde dünyaya gelen çocukta –Allâh’ın (celle celâluhu) hususi koruması hâriç– kötü ahlâkın boy atmasının sebebi olarak ebeveynlere işaret edilmiş olmaktadır. Bu açıdan, dinî-ahlâkî mânâda rehberlik yapılmaksızın bir çocuğun televizyon, internet ve çeşitli sosyal iletişim ortamlarına denetimsiz bir şekilde bırakılması, ondaki aklî, ruhî, kalbî yeteneklerin kendi başına müspet bir şekilde gelişmesinin beklenmesi, çocuğa karşı yapılmış büyük bir kötülük ve zulümdür. Bu türden serbestlik savunucuları bırakınız geniş bir bahçeyi, sahibi oldukları küçük bir süs bitkisini dahi kendi başına bırakmamakta, onun büyütülüp geliştirilmesi ve düzenlenmesini kendilerine önemli bir görev olarak görmektedirler.
Televizyonun Olumsuz Tesirleri
Televizyonun çocuklar üzerindeki varsayılan olumsuz fizikî tesirleri; obezite (şişmanlık), hiper kolesterolemi, hipertansiyon (yüksek tansiyon), görme kusuru ve göz şikâyetleri, bel ağrısı ve uyku sorunları olarak sayılabilir. Psiko-sosyal tesirler ise; hayat ile alâkalı negatif ve gerçeklerle uyumsuz bilgilenme, stereotipik (kalıpsal) kültürlenme, öğrenme güçlüğü neticesinde okul başarısında düşme, antisosyal ve saldırgan davranışlarda artma gibi birtakım davranış bozukluklarıdır.
Çocukların Tv’de gördüğü şiddet sahneleri ile düşmanlık duyguları beslenmiş olmakta, çocuklar başkalarının çektiği acı ve eziyete karşı duyarsızlaşmakta, bu durumda çocuklarda kaygı ve uyku bozuklukları baş göstermektedir. Televizyonun çocukların üretkenlik ve hayâl gücü üzerinde olumsuz tesirleri de söz konusudur. Çocukların ve gençlerin izlediği korkutucu muhteva, ayrılık korkusunu ateşlemekte; şiddet, suç davranışları, kaba ve küfürlü konuşmalar huzur ve utanma duygularını tahrip etmektedir. Televizyon bu açıdan en yıkıcı gücünü özellikle de tesire en açık durumdaki çocuk ve gençler üzerinde göstermektedir. Bilindiği üzere savunmasız konumları sebebiyle çocuklar özel bir duyarlılığa ve korunmaya muhtaçtırlar. Çocuğa ilk elde bakım ve koruma sağlayacak olan ailenin bu konudaki mesuliyeti büyüktür. Çocuğun gerek dünyaya gelmeden önce, gerekse sonrasında, kanunî ve ahlâkî açılardan korunması gerekmektedir.
Günümüz çocukları ve genç kuşağının teknolojik gelişmeleri yakından takip ettiği gerçeğinden hareketle, sesli-görüntülü muhtevadaki medyanın zararlı tesirlerine karşı küçükleri/çocukları koruma adına alınacak önlemler gün geçtikçe daha büyük önem arz etmektedir. Çünkü gelişen teknoloji ve ekonomik imkânlar sayesinde, önceden ebeveynler ile beraberce izlenen televizyon, şimdilerde ise internet de dâhil, çocuklarla odalarında baş başa kalmış, internet ve cep telefonları üzerinden izlenebilen yayınlarla yalnızlaşan çocukların savunmasız konumları çok daha fazla artmıştır.
İnternetin ve Sosyal Medyanın Menfî Yönleri
Yukarıda, çocuğun sadece ebeveyninden değil, yetiştiği çevre ve sosyal ortamdan da büyük ölçüde etkilendiğine işaret etmiştik. Bu sosyal ortamı oluşturan unsurlar arasında zararlı televizyon içeriklerinin yanı sıra “facebook, twitter, bloglar vb.” internet tabanlı sosyal medya önemli bir yer tutmaktadır. Öyleyse bu vasıtalar aracılığı ile çocuklarda oluşabilecek tedirginlik, yanlış yapma endişeleri ve aşağılanma korkuları, çocukların dinî eğitimlerinde veya onlara verilmek istenen dinî değerler konusunda önemli bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu açıdan çocukların ve gençlerin iletişim ve internet güvenlikleri dikkate alınması gereken önemli bir konudur. Şimdi sıralayacağımız durumlar, çocuk veya genç ile mutlaka ilgilenilmesi gereğini gösteren işaretlerin sadece bazılarıdır:
- Çocuk veya genciniz bilgisayar yahut telefon başında çokça vakit geçiriyor, fazlaca mesajlaşıyorsa,
- İnternet kullanımı lüzumsuz bir şekilde artmışsa,
- Davranışlarına gizlilik motifi hâkim oluyorsa.
En az çocuğunuzu koruyacak kadar İnternet kullanmayı öğrenin. İnternet kullanımında yasaklayıcı değil, zaman açısından sınırlayıcı olun. İnternetin derslerini aksatmasına izin vermeyin. Diğer sosyal aktivitelere katılımını özendirin. İnternet sebebiyle sorumluluklarını yerine getirmemesine fırsat vermeyin.
Tanımadığı kişilerle arkadaşlık, aşırı kullanımın sebep olduğu internet bağımlılığı, fizikî sağlık sorunları, öfke, şiddet ve yalnızlık gibi psikolojik sorunlar, şiddet ve müstehcen içerikli görüntüler konusundaki muhtemel tehlikelere karşı önlem alın.
Çocuğunuz sosyal ağlara (örn. facebook) üye ise, profilinde gizlilik ayarlarını yapmasını sağlayın. Tam isim, adres, telefon, okul, özel fotoğraflarını paylaşmamasını, tanımadığı kişileri arkadaş listesine eklememesini söyleyin. Kimlerle arkadaşlık ettiğini belirli aralıklarla kontrol edin.
Konuya yaşlara göre bakacak olursak; 5-7 yaş arası çocuklar olumlu bir bakış açısına ve çok şeyi onaylayan kişilik özelliklerine sahiptirler. Geliştirmeye başladıkları okuma, yazma ve sayma becerileri ile gurur duyarlar ve etraflarındaki kişiler ile konuşma ve fikir alışverişinde bulunmak isterler. Olumlu davranmaya yatkındırlar ve otoriteyi sorgulama eğilimleri yoktur.
8-10 yaş arası çocuklar ise ailelerine karşı güçlü bağlılık duyguları hissederler. Kendilerinden daha büyük çocukların yaptıkları aktivitelere ilgi duyarlar. Kendi ahlâkî kimliklerini geliştirmeye başlarlar. Bu yaş grubundaki çocuklar güvenme eğilimindedirler ve otoriteyi sorgulama temayülleri yoktur. Bu yaş grubundaki çocuklar için e-posta kullanımı, karşılıklı mesajlaşma programları (ICQ, MSN, Skype, mirc, twitter vb. gibi), sohbet odaları, mesajlaşma forumları veya uygulamaları kesinlikle uygun görülmemektedir. 11-13 yaş grubundaki çocuklar için bu yaşlar hızlı değişim yıllarıdır. Arkadaşları ile olan münasebetleri daha önemli bir hâle gelir, arkadaşlarının çevrimiçi ortamlarda yaptıklarından fazlaca etkilenirler. Çevrimiçi bilgilerin doğruluğunun kararını verebilecek eleştirel düşünmeden yoksundurlar. Kendilerinden kişisel bilgilerini vermelerini/paylaşmalarını bir anket, kayıt formu veya yarışma yolu ile isteyen internet haydutlarına karşı savunmasızdırlar.
14-18 yaş grubundaki gençler ise bir grup aidiyetine ve nisbî bağımsızlığa ihtiyaç duyarlar. Bu yaştaki fertler artık ergendirler ve entelektüel bir seviyede dış dünya ile iletişime geçmeye hazırdırlar. Gençler yeni fikirlere genellikle açık olurlar; fakat ne o ana kadar edindikleri zihnî müktesebât ne de yetersiz hayat tecrübeleri, karşı karşıya kalabilecekleri vahim durumları ve tehlikeleri tam olarak algılayabilmeleri için yeterli olmamaktadır.
Bu açıdan, çocuğunuzun yaş seviyesine uygun internet filtreleme, izleme ve kontrol programları kullanın ama yine de bu programların bizzat ebeveyn kontrolünün yerine geçebileceğini düşünmeyin. Filtrelemeyi; cep telefonları, oyun oynama aygıtları, i-podlar, pad’ler (el/cep bilgisayarları) gibi bütün internet sağlayıcı cihazlara da uygulayın. Çocuğunuzun gece geç saatlerde çevrimiçi olmamasını önemseyin. Kötü niyetli kişilerin gençlere ve çocuklara daha kolay ulaşarak onları tuzaklarına düşürmeye çalışabileceklerini unutmayın.
Gençlerin interneti kullanırken laubaliliğe açılabildiklerini, harama karşı gözünü kapayacak, kalbini zabt u rabt altına alacak, duygu ve düşüncelerine vize soracak kadar iradeli olamayanların da zamanla başkalarının karanlık dünyalarına kayabildiklerini öngörmek gerekmektedir. Hevâ ve heves peşinde zaman tüketenlerin en ulvî insanî hislerini birer birer kaybettiklerini, anne-babalarıyla samimi sohbet etmek ve arkadaşlarıyla sohbet-i Canan varken, “chat” adı altında güya sohbet bahanesiyle olmadık fısk u fücura, gıybet ve yalana girebildikleri görülmektedir.
Gençlerin güzel yetişmeleri hususunda günümüzde aile ve çevrenin yetersiz kaldığını, televizyon programları, internet sayfaları, video oyunları, günlük haberler, siyasî polemikler, sporcuların ve sanatçıların büyük birer hâdiseymiş gibi nakledilen hâl ve hareketleri, sırf merak uyarma maksadıyla uydurulan yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonların zaten iyice zayıflayan dimağları tamamen işgal ettiğine tekrar dikkat çekilmelidir. Kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtirasların, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmadığını ve adeta hafızaları bütün bütün kuruttuğu görülmektedir.
Korku ve Kaygı
İhmale maruz kalan çocuklarda mânevî ve ahlâkî zayıflık, okuldan uzaklaşma dâhil çeşitli eğitim problemleri, serserilik ve avarelik, yetişkinlik dönemlerinde de yetersiz ve güçsüz ebeveynlik gibi risklerin oluşabileceğini görmek zor değildir. Yerleşebilecek korku ve kaygı durumları çocuğun dinî eğitimi önündeki temel engellerdendir. Özellikle gençlerdeki güvensizlik ve başarısızlık korkuları, çocuklukta yaşanan korku ve kaygı durumları ile yakından alâkalıdır ve yüksek inancın gelişmesinde olumsuz bir rol oynar. Kendisini güvensiz, korkak ve kaygı içerisinde gören çocuk veya genç, bu olumsuz duygu durumlarından kurtulma adına aklın ve vicdanın asla onay vermeyeceği aşırılıklara, yanlış davranış kalıplarına girmeye yaklaşmış demektir. Kaygı ve korku durumlarından ancak kaygan zeminlerde yürümekle kurtulabileceğini ve kendisini sadece o şekilde ispatlayabileceğini zannederek yanlışlıklara dalacak, dinî hayattan uzaklaşacaktır.
Çocukta çekirdek hâlinde mevcut olan acelecilik, hırs, zulüm, zayıflık vb. duygular, şayet kaliteli ve yüksek seviyede bir dinî eğitimle iyileştirilmez ise, çocuğun dinî eğitiminin önünde engeller oluşmuş demektir.
Ailede şiddetli geçimsizlik, işsizlik, yoksulluk, şiddet, eğitimsizlik gibi olumsuzluklar, öncelikle çocukları etkilemekte ve bu çocuklar ileriki yaşlarında dinî hayata soğuk kalmaktadırlar. Bu açıdan ailelerin, bu saydığımız ve sayamadığımız maddî ve mânevî problemleri öncelikle çözmesi, çocuklarının hissî, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılaması gerekmektedir.
Çocuğun fizikî, zihnî, ruhî ve hissî kötü muamele ve ihmalden uzak tutulması, bir yetişkinden az olmayacak tarzda haklarına riayet, özel bakım ve koruma önemlidir. Ebeveynlerin çocukları ile alâkalı mesuliyetleri çocuğun fizikî, zihnî, kalbî, ruhî ve hissî gelişim alanları ile ilgilidir. Ebeveynlerin çocuklarına karşı sevgi, şefkat ve ihtimam hisleri yeterli seviyede ise problem yoktur. Asıl problem, çocuğun ebeveyni tarafından ihmal edilmesi, hissî ve fizikî şiddete maruz bırakılması, zihnî, kalbî, ruhî ve insanî potansiyellerinin sağlıklı bir şekilde geliştirilememesidir.
Netice olarak ;
Başta televizyon ve internet olmak üzere medya kültürünün çocuklar ve gençler üzerindeki –şayet dikkat edilmezse– tesirinin olumsuz bir hâle dönüşebileceği görülmelidir. Yabancı yayınların göreceli fazlalığı, kaliteli dinî yayınların eksikliği, yerli programlarda hikmet ve hakikat boyutlarının nispeten zayıflığı, bütün bunlara ilâve olarak bir de ebeveynlerin ihmalkârlığı ve bilgisizliği, çocuklarımızı ve gençlerimizi kendi başlarına önleyemeyecekleri tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize dinî/ahlâkî değerleri öncelikle ebeveynler, sonra da okul ve yaygın medya vasıtaları ile verebilmenin yollarını arayıp bulmamız gerekmektedir. Bu, gelecek nesle sahip çıkma meselesidir.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Çocuğum 12 yaşında ve bilgisayar oyunu oynamak çok istiyor çevresindeki arkadaşları oynadığı içinde sohbetlere hep yabancı kalıyor. Bunu problem etmiyor ama aşırı heyecan ve istekle istiyor. Ben ayda 1 izin veriyorum. Verdiğim zamanlarda da bana karşı çok iyi davranıyor. Çok dayanamadığımda sonrasında bir sinirli oluyor tekrar oynamadığında. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Bunun bir zamanı vakti var mı? Oynamalı mı? Ya da hangi oyunları oynamalı? Haftada mı günlük mü oynamalı? Teşekkür ederim.
SORU
Üç oğlan çocuğu olan bir anneyim. Silahlı bilgisayar oyunlarından çocuklarımı uzak tutmaya çalışıyorum ama arkadaşları oynadığı için sürekli bir ısrarları var. Bu konuda bizim tavrımız nasıl olmalı.
CEVAP
ÇOCUK VE GENÇLERİN GELİŞİMİNİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
Çocuk, Allah’ın insana vermiş olduğu bir emanettir ve vakti geldiğinde de geri alacaktır. Şayet ona iyi bakılır, terbiyesi iyi yapılır ve başkalarına faydalı olacak bir insan olarak yetiştirilirse, imtihan kazanılmış demektir.
Genel olarak ve öncelikle eğitimden anlaşılması gereken şey, çocukların erdemli, ahlâklı, onurlu, vatanını ve milletini seven, dürüst ve namuslu fertler olarak yetişmeleridir. Bunun için öncelikle ebeveynler, sonra da sırası ile okul ve yaygın medyanın da dâhil olduğu sosyal çevre, yetişmekte olan yeni nesle gerekli ve müspet telkinlerde bulunmalı, onların davranışlarını olumluya doğru yönlendirmelidir. Bu mânâda ebeveynler, çocuklarının dâima iyi ve yüksek ahlâkı öğrenmeleri, kötü alışkanlıklardan uzak durmaları ve yanlış yollara gitmemeleri için gerekli her türlü özeni göstermeli, gayreti sarf etmelidirler. Ebeveynler çocuklarının zihnî, ruhî ve ahlâkî gelişimlerini sadece müspete yönlendirme ile değil, onların dinî-ahlâkî seviyelerini artan bir oranda zenginleştirmekle de vazifelidirler.
Hemen her yaşın kendisine has fizikî, ruhî ve zihnî ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaçların ebeveyn, okul ve sosyal çevre marifet ve delaletiyle ilerletilmesi ve geliştirilmesi gereklidir. Gence bütün bu aşamalarda rehberlik yapılması, sevgi, merhamet, adalet ve yardımseverlik gibi yüksek duygularının daha bir geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi, ihtimamlı ebeveynlik ve sosyal çevre gerektirmektedir. Dine bağlılık, Allah sevgisi, güçlü bir inanç ve yüksek ahlâk duygusunun gelişebilmesi de yine ebeveynin, okulun ve sosyal iletişim ortamlarının katkısı ile mümkündür.
Dinî inanç ve pratikler, her yetişen çocuğun ileride temel bir referansı olacak seviyede derin tesirlere sahiptir. Çocuk yetişkinliğe eriştiğinde, aldığı güçlü dinî terbiye ile içtimâî rollerini başarı ve azimle yerine getirir. Eğer yetişkinler dinî inancı ve yaşayışı gereksiz ve mânâsız sayarlarsa, çocuk inanma, bağlanma, rahat ve zor durumlarında Allah’a (celle celâluhu) güvenme, O’na sığınma ve O’nu hissetme gibi temel duyguları geliştiremeyecek, bu hassas ve çok değerli insani donanımlar –hafizan Allah– kurumaya, pörsümeye ve yok edilmeye itilmiş olacaktır. Çocuklukta meydana gelebilecek bu tehlikeli mânevî boşluk, yanlış inanç ve öğretilerle bir şekilde doldurulmaya çalışılacak, dünya hayatının süsü olan çocuklar, anarşizm, nihilizm veya ateizmin derin ve karanlık bataklığına itilmiş olacaklardır.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde: “Her doğan fıtrat üzerine doğar, sonra onu annesi ve babası ya Yahudi ya Hristiyan ya da Mecusi (ateşe tapan, bir anlamda dinsiz) yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvud, sünne 17; Tirmizî, kader 5) buyurmaktadır. Bu hadîs-i şerîfte ebeveynin, çocuğun inancının şekillenmesindeki temel rolüne dikkat çekilmekte, iyi istikamette işlenmediği takdirde, sayısız olumlu istidat ve eğilimlerle donanmış bir şekilde dünyaya gelen çocukta –Allâh’ın (celle celâluhu) hususi koruması hâriç– kötü ahlâkın boy atmasının sebebi olarak ebeveynlere işaret edilmiş olmaktadır. Bu açıdan, dinî-ahlâkî mânâda rehberlik yapılmaksızın bir çocuğun televizyon, internet ve çeşitli sosyal iletişim ortamlarına denetimsiz bir şekilde bırakılması, ondaki aklî, ruhî, kalbî yeteneklerin kendi başına müspet bir şekilde gelişmesinin beklenmesi, çocuğa karşı yapılmış büyük bir kötülük ve zulümdür. Bu türden serbestlik savunucuları bırakınız geniş bir bahçeyi, sahibi oldukları küçük bir süs bitkisini dahi kendi başına bırakmamakta, onun büyütülüp geliştirilmesi ve düzenlenmesini kendilerine önemli bir görev olarak görmektedirler.
Televizyonun Olumsuz Tesirleri
Televizyonun çocuklar üzerindeki varsayılan olumsuz fizikî tesirleri; obezite (şişmanlık), hiper kolesterolemi, hipertansiyon (yüksek tansiyon), görme kusuru ve göz şikâyetleri, bel ağrısı ve uyku sorunları olarak sayılabilir. Psiko-sosyal tesirler ise; hayat ile alâkalı negatif ve gerçeklerle uyumsuz bilgilenme, stereotipik (kalıpsal) kültürlenme, öğrenme güçlüğü neticesinde okul başarısında düşme, antisosyal ve saldırgan davranışlarda artma gibi birtakım davranış bozukluklarıdır.
Çocukların Tv’de gördüğü şiddet sahneleri ile düşmanlık duyguları beslenmiş olmakta, çocuklar başkalarının çektiği acı ve eziyete karşı duyarsızlaşmakta, bu durumda çocuklarda kaygı ve uyku bozuklukları baş göstermektedir. Televizyonun çocukların üretkenlik ve hayâl gücü üzerinde olumsuz tesirleri de söz konusudur. Çocukların ve gençlerin izlediği korkutucu muhteva, ayrılık korkusunu ateşlemekte; şiddet, suç davranışları, kaba ve küfürlü konuşmalar huzur ve utanma duygularını tahrip etmektedir. Televizyon bu açıdan en yıkıcı gücünü özellikle de tesire en açık durumdaki çocuk ve gençler üzerinde göstermektedir. Bilindiği üzere savunmasız konumları sebebiyle çocuklar özel bir duyarlılığa ve korunmaya muhtaçtırlar. Çocuğa ilk elde bakım ve koruma sağlayacak olan ailenin bu konudaki mesuliyeti büyüktür. Çocuğun gerek dünyaya gelmeden önce, gerekse sonrasında, kanunî ve ahlâkî açılardan korunması gerekmektedir.
Günümüz çocukları ve genç kuşağının teknolojik gelişmeleri yakından takip ettiği gerçeğinden hareketle, sesli-görüntülü muhtevadaki medyanın zararlı tesirlerine karşı küçükleri/çocukları koruma adına alınacak önlemler gün geçtikçe daha büyük önem arz etmektedir. Çünkü gelişen teknoloji ve ekonomik imkânlar sayesinde, önceden ebeveynler ile beraberce izlenen televizyon, şimdilerde ise internet de dâhil, çocuklarla odalarında baş başa kalmış, internet ve cep telefonları üzerinden izlenebilen yayınlarla yalnızlaşan çocukların savunmasız konumları çok daha fazla artmıştır.
İnternetin ve Sosyal Medyanın Menfî Yönleri
Yukarıda, çocuğun sadece ebeveyninden değil, yetiştiği çevre ve sosyal ortamdan da büyük ölçüde etkilendiğine işaret etmiştik. Bu sosyal ortamı oluşturan unsurlar arasında zararlı televizyon içeriklerinin yanı sıra “facebook, twitter, bloglar vb.” internet tabanlı sosyal medya önemli bir yer tutmaktadır. Öyleyse bu vasıtalar aracılığı ile çocuklarda oluşabilecek tedirginlik, yanlış yapma endişeleri ve aşağılanma korkuları, çocukların dinî eğitimlerinde veya onlara verilmek istenen dinî değerler konusunda önemli bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu açıdan çocukların ve gençlerin iletişim ve internet güvenlikleri dikkate alınması gereken önemli bir konudur. Şimdi sıralayacağımız durumlar, çocuk veya genç ile mutlaka ilgilenilmesi gereğini gösteren işaretlerin sadece bazılarıdır:
- Çocuk veya genciniz bilgisayar yahut telefon başında çokça vakit geçiriyor, fazlaca mesajlaşıyorsa,
- İnternet kullanımı lüzumsuz bir şekilde artmışsa,
- Davranışlarına gizlilik motifi hâkim oluyorsa.
En az çocuğunuzu koruyacak kadar İnternet kullanmayı öğrenin. İnternet kullanımında yasaklayıcı değil, zaman açısından sınırlayıcı olun. İnternetin derslerini aksatmasına izin vermeyin. Diğer sosyal aktivitelere katılımını özendirin. İnternet sebebiyle sorumluluklarını yerine getirmemesine fırsat vermeyin.
Tanımadığı kişilerle arkadaşlık, aşırı kullanımın sebep olduğu internet bağımlılığı, fizikî sağlık sorunları, öfke, şiddet ve yalnızlık gibi psikolojik sorunlar, şiddet ve müstehcen içerikli görüntüler konusundaki muhtemel tehlikelere karşı önlem alın.
Çocuğunuz sosyal ağlara (örn. facebook) üye ise, profilinde gizlilik ayarlarını yapmasını sağlayın. Tam isim, adres, telefon, okul, özel fotoğraflarını paylaşmamasını, tanımadığı kişileri arkadaş listesine eklememesini söyleyin. Kimlerle arkadaşlık ettiğini belirli aralıklarla kontrol edin.
Konuya yaşlara göre bakacak olursak; 5-7 yaş arası çocuklar olumlu bir bakış açısına ve çok şeyi onaylayan kişilik özelliklerine sahiptirler. Geliştirmeye başladıkları okuma, yazma ve sayma becerileri ile gurur duyarlar ve etraflarındaki kişiler ile konuşma ve fikir alışverişinde bulunmak isterler. Olumlu davranmaya yatkındırlar ve otoriteyi sorgulama eğilimleri yoktur.
8-10 yaş arası çocuklar ise ailelerine karşı güçlü bağlılık duyguları hissederler. Kendilerinden daha büyük çocukların yaptıkları aktivitelere ilgi duyarlar. Kendi ahlâkî kimliklerini geliştirmeye başlarlar. Bu yaş grubundaki çocuklar güvenme eğilimindedirler ve otoriteyi sorgulama temayülleri yoktur. Bu yaş grubundaki çocuklar için e-posta kullanımı, karşılıklı mesajlaşma programları (ICQ, MSN, Skype, mirc, twitter vb. gibi), sohbet odaları, mesajlaşma forumları veya uygulamaları kesinlikle uygun görülmemektedir. 11-13 yaş grubundaki çocuklar için bu yaşlar hızlı değişim yıllarıdır. Arkadaşları ile olan münasebetleri daha önemli bir hâle gelir, arkadaşlarının çevrimiçi ortamlarda yaptıklarından fazlaca etkilenirler. Çevrimiçi bilgilerin doğruluğunun kararını verebilecek eleştirel düşünmeden yoksundurlar. Kendilerinden kişisel bilgilerini vermelerini/paylaşmalarını bir anket, kayıt formu veya yarışma yolu ile isteyen internet haydutlarına karşı savunmasızdırlar.
14-18 yaş grubundaki gençler ise bir grup aidiyetine ve nisbî bağımsızlığa ihtiyaç duyarlar. Bu yaştaki fertler artık ergendirler ve entelektüel bir seviyede dış dünya ile iletişime geçmeye hazırdırlar. Gençler yeni fikirlere genellikle açık olurlar; fakat ne o ana kadar edindikleri zihnî müktesebât ne de yetersiz hayat tecrübeleri, karşı karşıya kalabilecekleri vahim durumları ve tehlikeleri tam olarak algılayabilmeleri için yeterli olmamaktadır.
Bu açıdan, çocuğunuzun yaş seviyesine uygun internet filtreleme, izleme ve kontrol programları kullanın ama yine de bu programların bizzat ebeveyn kontrolünün yerine geçebileceğini düşünmeyin. Filtrelemeyi; cep telefonları, oyun oynama aygıtları, i-podlar, pad’ler (el/cep bilgisayarları) gibi bütün internet sağlayıcı cihazlara da uygulayın. Çocuğunuzun gece geç saatlerde çevrimiçi olmamasını önemseyin. Kötü niyetli kişilerin gençlere ve çocuklara daha kolay ulaşarak onları tuzaklarına düşürmeye çalışabileceklerini unutmayın.
Gençlerin interneti kullanırken laubaliliğe açılabildiklerini, harama karşı gözünü kapayacak, kalbini zabt u rabt altına alacak, duygu ve düşüncelerine vize soracak kadar iradeli olamayanların da zamanla başkalarının karanlık dünyalarına kayabildiklerini öngörmek gerekmektedir. Hevâ ve heves peşinde zaman tüketenlerin en ulvî insanî hislerini birer birer kaybettiklerini, anne-babalarıyla samimi sohbet etmek ve arkadaşlarıyla sohbet-i Canan varken, “chat” adı altında güya sohbet bahanesiyle olmadık fısk u fücura, gıybet ve yalana girebildikleri görülmektedir.
Gençlerin güzel yetişmeleri hususunda günümüzde aile ve çevrenin yetersiz kaldığını, televizyon programları, internet sayfaları, video oyunları, günlük haberler, siyasî polemikler, sporcuların ve sanatçıların büyük birer hâdiseymiş gibi nakledilen hâl ve hareketleri, sırf merak uyarma maksadıyla uydurulan yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonların zaten iyice zayıflayan dimağları tamamen işgal ettiğine tekrar dikkat çekilmelidir. Kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtirasların, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmadığını ve adeta hafızaları bütün bütün kuruttuğu görülmektedir.
Korku ve Kaygı
İhmale maruz kalan çocuklarda mânevî ve ahlâkî zayıflık, okuldan uzaklaşma dâhil çeşitli eğitim problemleri, serserilik ve avarelik, yetişkinlik dönemlerinde de yetersiz ve güçsüz ebeveynlik gibi risklerin oluşabileceğini görmek zor değildir. Yerleşebilecek korku ve kaygı durumları çocuğun dinî eğitimi önündeki temel engellerdendir. Özellikle gençlerdeki güvensizlik ve başarısızlık korkuları, çocuklukta yaşanan korku ve kaygı durumları ile yakından alâkalıdır ve yüksek inancın gelişmesinde olumsuz bir rol oynar. Kendisini güvensiz, korkak ve kaygı içerisinde gören çocuk veya genç, bu olumsuz duygu durumlarından kurtulma adına aklın ve vicdanın asla onay vermeyeceği aşırılıklara, yanlış davranış kalıplarına girmeye yaklaşmış demektir. Kaygı ve korku durumlarından ancak kaygan zeminlerde yürümekle kurtulabileceğini ve kendisini sadece o şekilde ispatlayabileceğini zannederek yanlışlıklara dalacak, dinî hayattan uzaklaşacaktır.
Çocukta çekirdek hâlinde mevcut olan acelecilik, hırs, zulüm, zayıflık vb. duygular, şayet kaliteli ve yüksek seviyede bir dinî eğitimle iyileştirilmez ise, çocuğun dinî eğitiminin önünde engeller oluşmuş demektir.
Ailede şiddetli geçimsizlik, işsizlik, yoksulluk, şiddet, eğitimsizlik gibi olumsuzluklar, öncelikle çocukları etkilemekte ve bu çocuklar ileriki yaşlarında dinî hayata soğuk kalmaktadırlar. Bu açıdan ailelerin, bu saydığımız ve sayamadığımız maddî ve mânevî problemleri öncelikle çözmesi, çocuklarının hissî, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılaması gerekmektedir.
Çocuğun fizikî, zihnî, ruhî ve hissî kötü muamele ve ihmalden uzak tutulması, bir yetişkinden az olmayacak tarzda haklarına riayet, özel bakım ve koruma önemlidir. Ebeveynlerin çocukları ile alâkalı mesuliyetleri çocuğun fizikî, zihnî, kalbî, ruhî ve hissî gelişim alanları ile ilgilidir. Ebeveynlerin çocuklarına karşı sevgi, şefkat ve ihtimam hisleri yeterli seviyede ise problem yoktur. Asıl problem, çocuğun ebeveyni tarafından ihmal edilmesi, hissî ve fizikî şiddete maruz bırakılması, zihnî, kalbî, ruhî ve insanî potansiyellerinin sağlıklı bir şekilde geliştirilememesidir.
Netice olarak ;
Başta televizyon ve internet olmak üzere medya kültürünün çocuklar ve gençler üzerindeki –şayet dikkat edilmezse– tesirinin olumsuz bir hâle dönüşebileceği görülmelidir. Yabancı yayınların göreceli fazlalığı, kaliteli dinî yayınların eksikliği, yerli programlarda hikmet ve hakikat boyutlarının nispeten zayıflığı, bütün bunlara ilâve olarak bir de ebeveynlerin ihmalkârlığı ve bilgisizliği, çocuklarımızı ve gençlerimizi kendi başlarına önleyemeyecekleri tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize dinî/ahlâkî değerleri öncelikle ebeveynler, sonra da okul ve yaygın medya vasıtaları ile verebilmenin yollarını arayıp bulmamız gerekmektedir. Bu, gelecek nesle sahip çıkma meselesidir.
PSİKOLOJİK DESTEK EKİBİ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Son Eklenen
-
*SORU:* Benim 4 yaşında bir kızım var. Önceleri onunla vakit geçirirken çok mutlu olurdum. Konuşması beni sıkmazdı, ağlamalarına daha sabır...
-
SORU : Merhabalar Hocam. Allah razı olsun hizmetinizden. Evleneli 5 yıl oldu ve bu beş yılda 1 yılı sadece Türkiye’de yaşadık. Sonrasınd...
-
Soru: Büyük kızım şu an 5 yaşında ve tırnak yeme davranışı sergiliyor. Bütün bu süreç kızımızı da oldukça yıprattı ve yaklaşık 1,5 yıldır tı...