18 Mayıs 2019 Cumartesi

Biz şu an yabancı bir ülkedeyiz ve pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi erkekler ve kadınların sokakda uygunsuz tavırları olabiliyor. Çocuğumuzla dolaşırken bunlara şahit oluyoruz maalesef. Bu tür durumlarda çocuklarımız için endişeliniyoruz, onların bir avrupa ülkesinde islam ahlakına göre yetişmesi için neler yapabiliriz?

*SORU:*
Biz şu an yabancı bir ülkedeyiz ve pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi erkekler ve kadınların sokakda uygunsuz tavırları olabiliyor. Çocuğumuzla dolaşırken bunlara şahit oluyoruz maalesef. Bu tür durumlarda çocuklarımız için endişeliniyoruz, onların bir avrupa ülkesinde islam ahlakına göre yetişmesi için neler yapabiliriz?

*CEVAP:*

Çocuklardaki ahlaki gelişimi çok boyutlu olarak ele almak gerekir. Bu gelişim aslında anne karnında başlar. Anne ve babadaki ahlaki değerlerle oluşmaya devam eder. Demek ki çocuklardaki ahlaki gelişimin olumsuz bir şekilde etkilenmesi, ebeveynlerin yanlış davranışları ve sosyal hayattaki olumsuz etkenlerin bir sonucudur diyebiliriz. Rabbimiz birçok medeniyetin sonunun ahlaki çöküntüler yüzünden olduğunu Kur’ân’da bildirmiştir. Ahlak eğitimi sadece ailelerin değil toplumun da üzerinde hassasiyetle durması gereken bir konudur. Bu konuda Peygamber Efendimiz (sav) bizim hayat öğretmenimizdir.
Manevi olarak baktığımızda, anne babaların kendi ebeveynlerinden aldığı eğitim maalesef yetersiz. Günümüze bakınca sade ve doğal davranışları özler olduk. Yeni nesilleri bozan sisteme baktığımızda karşımıza devasa bir dünya düzeni çıkıyor. Şiddet içerikli oyunlar, çizgi filmler ve dizilerle çocukların beynine olumsuzluklar normal gibi gösteriliyor ve çocukların temiz dimağlarına işleniyor. Dolayısıyla aile, sağlıklı normları çocuklarına öğretmez ise bireylerin fıtratı bozuluyor.

Bir çocuğun ahlaki değerlerini kazanması için yedi yaşına kadar temellerin sağlam atılması gerekir. Şayet bu yaşa kadar verilmez ise daha ileriki yıllarda verilmesi ‘ilave programla’ tabii ki de mümkündür. Bu  süreç de aslında ana karnında başlıyor.
Hamilelik döneminde anne ve babanın konuşma tarzı, annenin stresi, olumlu ve olumsuz etkiler. Duygular olduğu gibi çocuğun dünyasına aktarılıyor. Anne stresliyse stresli bir çocuk dünyaya geliyor. Anne ahlaki değerlerine sahip çıkmıyorsa çocuk da neticede o ortamda dünyaya gözlerini açıyor. Çocuğun gelişimi küçük küçük nüveler şeklinde anne karnında başlıyor. Dünyaya geldikten sonra da anne ve babası arasındaki ilişki, verilen sözlerin tutulması, dürüstlük, tutarlılık gibi değerlerle bir algı dünyası oluşuyor. Böylelikle her şey çocuğun görsel ve işitsel dünyasında kayıt altına alınıyor. Tutarsız, sözünde durmayan bir ailede yetişen çocuk da tabi ki tutarsız ve gel-gitler yaşayan bir birey olacaktır. Burada çocukların tertemiz bir kayıt sisteminin olduğunu, ne görürse onu kaydettiğini bilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla çocuğa ahlaki normları dikta etmek ahlak eğitimi değil, asıl önemli olan ahlaklı olmaktır.
0-5 yaş arasında çocukların algıları çok güçlü ve onlar temel oluyor. Eğer anne baba burada doğru davranışlar sergileyebiliyorsa çocuk da o davranış modelini alıyor. Anne, çocuğunun yanında arkadaşıyla konuşurken çocuğun babasını çekiştirip baba eve geldiğinde de farklı davranıyorsa çocuk bu ikilemleri görüyor. Örnek alıyor ve maske takmayı öğreniyor.
Önce kendimizin iyi ve kötü taraflarını tespit edip pozitif yönde değişimi başlatmalıyız. Böylece eşimiz de otomatik olarak değişmeye başlar ve çocuk da bizi modeller. Ahlaki değerleri paylaşma, adaleti sağlama annemizin bize verdiği eğitimle başlıyor. Bizde olan güzel değerleri öncelikli olarak çocuklarımıza aktarmamız gerekiyor yani. İyi bir ahlak kazandırmak için de mutlaka ekstra gayret ve istek sergilenmesi gerekiyor. Sistemin sağlıklı bir şekilde devam etmesi bütün parçaların sağlıklı bir şekilde çalışmasına bağlı sonuçta.
Anne-baba arasında sözlü ve fiziksel şiddet varsa ergenlikte arkadaşlarına şiddet uygulama ve kişilik bozukluğu gözlenebiliyor. Bu davranış bozuklukları, bizim davranışlarımızın olumsuz sonuçlarıdır.
Anne, “Oğlum bana yalan söyleme, dürüst ol!” diye çocuğunu tembihliyor; ama anne dürüst değilse bu söz hiçbir işe yaramıyor maalesef.

Kontrolsüz yalan söyleyen bir ergen incelendiğinde görülüyor ki çocuğa babaanne bakmış yıllarca ve torununu sevdiği için her istediğini yapmış. Örneğin dondurma alıyor, ama sakın annene söyleme diye tembih ediyor. Çocuk parkta düşüyor yine sakın annene söyleme diye tembih ediyor. Her gün bunları yaşayan çocuk kendisine iyilik yaptığını zanneden babaannenin yanında yalanı öğrenmiş ve hayatına yalanı sokmuş oluyor. Bazen aileler yaptıkları davranışların nereye varacağını kestiremiyorlar.
Bu büyük bir sorun.

Öğrenilen bilgiler bilinçaltına atılıyor. Fakat anne-baba değişmeye başlıyorsa çocuktaki model algısı da değişebiliyor ve güzelleşebiliyor. Bu çok önemli bir durum. Kur’ân’ı Kerim’de çocukları nasıl eğitmemiz gerektiğiyle ilgili anne babalara ikazlar var. Bunun yanında Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetinde inanılmaz değerler var. Bu ahlaki normları sevdirerek ve bilinçli olarak vermek gerekli.

Önceden küçük alanlarda yaşıyorduk. Çevremiz, ahlaki değerler, kültürel normlar belliydi. Şimdi ise oturduğumuz apartmanda kim var onu bile bilmiyoruz. Bu anlamda çevremizdekilerin ahlaki değerleri, özellikle yabancı ülkelerde çok farklı olabiliyor.  Çocuk ilk önce anne ve babayı, onların birbiri ile ilişkisini ve sonra arkadaşlarını ve çevreyi modelleyecektir.
Dış dünyadaki negatifliğe karşı aile içinde pozitif bir ahlak eğitimi vermemiz şart. Bizim için, paraya verilen değerin insana verilen değerin üstüne çıkmaması gerektiğini; ancak gece gündüz hayatımızın odak noktasına zenginliği ve para kazanmayı koymayarak anlatabiliriz.
Ailelerin vermediği ve veremediği eksik kalan ahlaki normları çocuklar ya televizyondan ya da çevrelerinden tamamlıyor. Bu durumda çocukların çevreleri de çok önem arz ediyor. Önemli olan öncelikle  kendi değerlerimizin aktarılıp daha sonra da koruyucu  rehberlik yapılabilmesi. Olumsuzluklara karşı gettolaşmaya gitmeden çocuklarımızı kendi dünyamızın değerleri  içinde  koruyabilme ve karşılaşılan olumsuzlukları da çocuğumuzun anlayabileceği şekilde uygunca ifade edebilme. Sükut ikrardır beyanınca yanlış olduğu ifade edilmeyen davranışlar zihne doğru olarak kodlanır. “Ben de böyle yapsam babam bir şey demez.” ya da “Bu normaldir.” duygusu oluşur. Bunlara da dikkat etmek gerekiyor.

Bilhassa erkek çocuklarına, bütün hak hukuk kendisininmiş gibi davranılıyor. “Erkek çocuktur yapacak tabi…” gibi kötü bir çocuk yetiştirme modeliyle karşılaşabiliyoruz. Bunlar kuralsız yaşayan, şımarık tiplerdir. Tabi ki böyleleri, başta anne ve babası olmak üzere zamanla kimseyi dinlemiyor. Bu çok yanlış bir yetiştirme metodu. Bunun doğrusu; “Erkek çocuk delikanlıdır, merhametlidir ve yiğittir.” şeklinde olmalıdır.
Bazı baba tipleri de var ki biz bunlara savaşçı baba modeli diyoruz. Bu baba modeli anneye ve çocuklara devamlı aptalmış gibi davranıyor. Sürekli eleştiriyor, küçük düşürüyor ve otomatik olarak çocuklarda kompleksli ve özgüvensiz bir kimlik oluşuyor. Böyle bir baba, erkek çocuklarını kendine bir düşman gibi görüyor, daha saldırgan davranıyor. O çocuklardaki sonuç ise; yalan söyleme, işten kaçma, okuldan kaçma, madde kullanımı ve babanın yapılmasını istemediği her davranışı sergileme şeklinde gerçekleşiyor.

Sonuç olarak sevgi ve ilgi çok çok önemli diyebiliriz.
Farkındalığımızı geliştirip nasıl daha iyi olabilirim noktasında kendimizi bir öğrenci gibi görüp iyi anne babalar olmaya çalışırsak çocuklarımıza doğru kimlik ve kişilik kazandırmamız çok daha kolay olacaktır. Kendi içimizde yaşadığımız dürüst, adaletli, değer bilme duyguları nesilden nesile böylelikle aktarılacaktır.
Şu anda bir çocuk yetiştiriyor olabiliriz. Ama şunu bilmeliyiz ki o çocuk da bu bilgileri kendi çocuğuna yani torununuza aktaracaktır. O nedenle bu sorumluluğu üzerimize alıp güzel ahlakı çocuklarımıza öğretmemiz gerekiyor. Bu da bizim dünya ve ahiretimiz için ev ödevimiz. *"Ağaç en sağlıklı şekilde ancak ormanda büyür."* sırrınca çocuklarımız için bizimle aynı duygu ve düşünceleri paylaşan kişilerle küçük küçük ormanlar veya adacıklar oluşturmamız gerekiyor. Bu sayede problem gibi duran pek çok mesele kendiliğinden çözülmüş oluyor.

*PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ*

Panik Bozukluk

*CEVAP 2:*

Panik bozukluk genellikle ergenlik ile 30 yaş arasında başlamakta, yaşlandıkça sıklığı azalmaktadır. Kadınlarda yaklaşık 2 kat fazla görülmektedir.

Nedenlerden biri; panik atak, beynimizde nöron adı verilen hücrelerden salgılanan, heyecan ve duygusal yaşantılarımızı düzenleyen bazı beyin hormonlarının anormal çalışması sonucu oluşur.

Diğer neden ise; panik atak, günlük yaşantımızda yaptığımız bazı davranışlarımızın sonucunda ortaya çıkan ve tamamen doğal ve zararsız olan çarpıntı, terleme, nefes sıkışıklığı ya da baş dönmesi gibi bedensel belirtilerin, hasta tarafından kötü bir hastalığın belirtileri olarak değerlendirilmesi ve bununla birlikte endişe ve korku dozajının artması sonucu oluşur.

*PANİK BOZUKLUĞUNUN TEDAVİSİ MÜMKÜN MÜDÜR?*
Panik Bozukluğu, tedavisi mümkün bir hastalıktır. Bugün için etkinliği bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış iki türlü tedavisi vardır. Bunlar: 1.İlaç tedavisi,  2.Bilişsel-davranışçı tedavi

*1. İlaç Tedavisi:*
Panik Bozukluğunun tedavisinde, beyin sinir hücrelerindeki bozuk olan hormon faaliyetlerini düzelterek Panik Ataklarını önleyen ilaçlar kullanılmaktadır. Halen, ülkemizde bu hastalığa iyi gelen oldukça fazla sayıda ilaç bulunmaktadır.
Doktorunuz bu ilaçlardan birisini seçerek, az bir dozla başlamanızı önerecek ve düzenli kontroller ile dozu gerektiği kadar artıracaktır. 
İlaç tedavisi en az bir yıl sürdürüldükten sonra yavaş yavaş azaltılarak kesilecektir.
*2.Bilişsel-davranışçı tedavi:* 
Bu tedavi yönteminde iki amaç vardır:
*1.* Hastanın, aslında tamamen “zararsız” olan panik atak belirtileri hakkındaki  yanlış bilgi ve inanışlarının düzeltilmesi ve hastanın bu belirtiler ile korkmadan baş edebilmesinin öğretilmesi amaçlanır.
*2.* Panik Atağı geleceğinden korktuğu için tek başına bulunmaktan kaçındığı yer ve durumlarla aşamalı bir şekilde tekrar tekrar karşılaştırılması, böylece   korkularının“üstüne gitme”si sağlanarak korkularını yenmesi amaçlanır.
Bu tedavide doktor hastasına dışarıya çıkma, pazara gitme, taşıt araçlarına binme gibi hastanın, korku ve panikleri nedeniyle yapamadığı etkinlikleri bir plan dahilinde en basitlerinden başlayarak “alıştırma ödevleri” olarak verir. Hasta basitleri yapabilir hale geldikçe zorlarına geçerek bütün korkulan durumlar bitinceye dek alıştırmalar sürdürülür.
EN İYİ SONUÇ, BU İKİ ÇEŞİT TEDAVİNİN BİRLİKTE UYGULANMASI İLE ALINMAKTADIR.
LÜTFEN UNUTMAYINIZ !

PANİK BOZUKLUĞU, KESİNLİKLE ÖLÜME, ÇILDIRMAYA YA DA FELÇ OLMAYA YOL AÇAN BİR HASTALIK DEĞİLDİR.

DOKTORUNUZ ÖNERMEDİKÇE KORKULARINIZ İLE BAŞ ETMEK İÇİN KALP, TANSİYON, ÇARPINTI İLACI, VİTAMİN, SAKİNLEŞTİRİCİ KULLANMAYINIZ YA DA “YA GEREKİRSE” DİYE YANINIZDA TAŞIMAYINIZ.

SADECE DOKTORUNUZUN ÖNERDİĞİ İLAÇ YA DA İLAÇLARI KULLANINIZ.

İLACINIZI DOKTORUNUZUN SÖYLEDİĞİ ŞEKİLDE VE DOZDA KULLANINIZ. O GÜN İYİ YA DA KÖTÜ OLMANIZA GÖRE DOZU AZALTIP, ARTTIRMAYINIZ.

      *Panik Atak Krizi Sırasında Ne Yapılmalı?*

*1. Panik atak krizinin başladığını hissettiğinizde 3-3- 3 kuralını uygulayın.*

Etrafınıza bakın ve gördüğünüz üç şeyin ismini söyleyin. Ardından duyduğunuz üç sesi söyleyin. Son olarak vücudunuzdaki üç bölümü; bileklerinizi, parmaklarınızı ve kolunuzu oynatın. Bir anksiyete krizinin başladığını hissettiğiniz anda bu kuralı uygulamanız zihninizde ışık hızıyla dönen kaygılı düşüncelerden kurtulmanıza ve sakinleşmenize yardımcı olacaktır.

*2. Ayağa kalkın ve vücudunuzu dik tutun.*

Kaygılı ya da korkmuş olduğumuz zamanlarda bilinç altından gelen bir motivasyonla öne eğilerek kalbimizin ve akciğerlerimizin bulunduğu vücudumuzun üst kısmını korumaya çalışırız. Bu doğal reaksiyona anlık bir çözüm olarak omuzlarınızı geriye atın ve vücudunuz dik bir şekilde ayağa kalkın. Böylece vücudunuza her şeyin normal olduğu mesajını vererek sakinleşmenize yardımcı olabilirsiniz.

*3. İçinde bulunduğunuz an’a odaklanın.*

Anksiyete ve panik atak geleceğe odaklı bir zihin durumudur. Biraz sonra olacaklar hakkında kaygılanmak yerine kendinizi şu an’a odaklayın. Kendinize “Şu anda tam olarak ne oluyor?”, “Güvende miyim?”, “Şu anda yapmam gereken bir şey var mı?” diye sorun. Kaygılanmanıza neden olacak bir şey olmadığını kendinize bilinçli olarak hatırlatın. Gerekirse günün farklı bir saatinde kaygılarınızı yeniden değerlendirmek için kendinizden bir “randevu” alın. Böylece aklınızda dolaşan, olma ihtimali uzak senaryoları belirli bir saat dilimine yönlendirip sakin bir şekilde gününüze devam edebilirsiniz.

*4. Derin nefes alıp verin.*

Derin nefes alıp vermek sakinleşmenize yardımcı olur. Farklı egzersizlerde olduğu gibi belirli bir sayıda nefes alıp vermeye odaklanarak kaygılanmanıza gerek yok, alıp verdiğiniz nefeslerin derin ve eşit olması yeterli. Böylece sakinleşerek yeniden odaklanmayı sağlayabilirsiniz.

*5. Yaşadıklarınızı yeniden isimlendirin.*

Panik ataklar, kendinizi sanki bir kalp krizi geçiriyormuşsunuz, ölecekmişsiniz gibi hissetmenize neden olabilir. Böyle anlarda kendinize yaşadığınız şeyin bir panik atak olduğunu, bunun aslında zararsız ve geçici bir durum olduğunu ve yapmanız gereken hiçbir şey olmadığını hatırlatın. Yaşadığınız fiziksel belirtilerin yaklaşan ölümün habercisi değil, sizi hayatta tutan savaş & kaç mekanizmasının belirtileri olduğunu tekrarlayın.

*6. Düşüncelerinizin doğruluğunu yeniden kontrol edin.*

Anksiyete ve panik atak yaşayan kişiler genellikle olabilecek en kötü olasılığa odaklandıkları için kendilerini muazzam bir kaygı içinde bulurlar. Bu düşüncelerinizin ne kadar gerçekçi olduğunu yeniden değerlendirin. Korkularınızı yeniden değerlendirmek beyninizi kaygı verici düşüncelere karşı eğitebilmenize yardımcı olur.

*7. Kendinizi meşgul edin.*

Ayağa kalkın, küçük bir yürüyüşe çıkın ya da o anda dikkatinizi dağıtmanızı sağlayacak fiziksel bir şey ile meşgul olun. Zihninizi öğrendiği kaygılı düşünce kalıplardan uzaklaştırmanız kontrolü yeniden elinize almanızı sağlayacaktır. 

*8. Krizin başlayacağını hissettiğiniz anda şekerden uzak durun.*

Her ne kadar stresli olduğumuz zamanlarda bir parça çikolataya uzanmak birçoğumuzun aklına gelen ilk şey olsa da araştırmalar fazla şeker tüketiminin panik atağı kötü etkilediğini gösteriyor. Bir panik atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda şekerli gıdalara yönelmek yerine bir bardak su için ya da protein oranı yüksek besinler tüketin. Proteinli besinlerin sindirimi daha yavaş olacağı için vücudunuz buradan gelen enerjiyi kendisini toplarken kullanabilecektir.

*9. Yakınlarınızı arayarak ikinci bir fikir alın.*

Yakın bir arkadaşınızı ya da ailenizden birini arayarak aklınızdan geçen kaygılı düşünceleri onlarla da paylaşın. Düşüncelerinizi sesli bir şekilde başka birine söylemeniz, bu düşüncelere sizin de yeni bir bakış açısıyla bakmanıza yardımcı olacaktır. Veya bu düşüncelerin aslında irrasyonel olduğunu fark etmenizi sağlayacaktır.

*10. Komik bir video seyredin.*

Araştırmalar, gülmenin psikolojik ve fiziksel sağlığımız için birçok pozitif etkisinin yanında anksiyeteyi azaltmakta da etkili olduğunu gösteriyor.
Panik atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda dikkatinizi kaygılı düşüncelerden komik bir videoyla uzaklaştırmak hem rahatlamanıza hem de gülümsemenize yardımcı olacaktır.

*PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ*

PANİK BOZUKLUK TANI VE TEDAVİSİ

*SORU:*

Ben 10 yıldır panik atak hastasıyım. Aslında çocukken de bu rahatsızlığı yaşadım.   Ama ne olduğunu bilmeden ilaç dahi kullanmadan kendi içimde herkes ten habersiz yaşadım bunu. Yıllar sonra 24 yaşımda ansızın başlayan bu rahatsızlık halen devam ediyor.

*CEVAP 1:*

Panik atağın hayat boyu görünme oranı %4.7 dir. Ortalama görülme yaşı 24 olup, kadınlarda erkeklere nazaran iki kat fazla görülür. 60 yasından sonra görülme oranı düşer. The National Comorbidity Study (NCS) çalışmasına göre ABD de 15-54 yaş arası panik atak hastalarının %37 sinde aynı zamanda depresyon da bulunuyor. Yine aynı çalışmaya göre panik atak hastalarında sosyal anksiyete bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu, travma sonrası stress bozukluğu, aşırı alkol kullanımı gibi hastalıkların da görülme oranı panik atağı olmayanlara göre daha yüksek.

Bir teoriye göre Panik atak; hastalığa yatkın olan kişilerde hastalığı tetikleyen bir stresle ortaya çıkar. Hastalığa yatkınlığı; genetik, çocukluk çağındaki travmalar, kişilik özellikleri gibi etkenler belirler.
Birinci derece akrabasında panik atak bulunan kişilerde panik atak gelişimi, olmayanlara göre daha sık bulunmuştur. Yine aynı şekilde, tek yumurta ikizlerinde ikizlerden birinde panik atak gelişmiş ise diğer ikizde gelişme riski %31 olarak bulunmuştur. Çocukluk çağında sigara içmek ya da sigara dumanına maruz kalmak, çocukluk çağında astım hastalığının olması yine Panik ataklarla ilişkili bulunmuştur.

Panik atak çoğunlukla hayatta yaşanan belirgin bir stresten sonra 12 ay içinde(bunların da çoğu ilk bir ay içerisinde) görülür. Çalışmalar, Panik atakları olan insanlarda  beyinlerinin Amigdala ve Hipotalamus bölgelerinde hiperaktivite olduğunu göstermiştir.
 
*Belirti ve bulguları:*
Panik ataklar aniden ve kendiliğinden gelişen, yoğun korku ve kaygı duygularıdır. Birkaç dakika ile bir saat arasında sürebilirler. Bu ataklar bir olay tarafından tetiklenmiş ya da tetiklenmeden gelişebilir. Kişide ileride olabilecek panik ataklar konusunda bir beklenti ve endişe vardır. Panik atakları tetikleyebilecek durumlardan kaçınmaya çalışır. Örneğin;  otoyolda araba kullnmak panik atakları tetikliyorsa gideceği yere ara yollardan gitmeye çalışır. Panik atak sırasında göğüs ağrısı ve nefes darlığı da olabileceği için çoğu defa kalp  kriziyle karıştırılabilir.
Bazen panik atak sırasında diğer semptomlar bulunmasına rağmen korku bulunmayadabilir. Bu gibi durumlarda panik atak tanısını koymak daha zor olur. Panik atak sırasında kalp, nörolojik ve sindirim sistemine ait belirti ve bulgular görülebilir. Bu belirti ve bulgular bazen hastaları psikiyatri yerine diğer medikal alanlarda yardım aramaya yönlendirebilir. Hastalar acil servislere kalp krizi şüphesiyle tekrar tekrar gidebilir ve yapılan tetkiklerde herhangi bir problem bulunamaz. Bu yanlış uygulamaların ve hastalığı tanıyamamanın panik atak tedavisini 10 yıl kadar geciktirebildiği görülmüştür. Panik atak’lı kişilerde Astım, Kalp rahatsızlıkları (Özellikle Mitral Valv Prolapsusu), Hipertansiyon, Ülser, Migren, Apne gibi rahatsızlıkların daha sık görüldüğü bulunmuştur.
 
*Hastalığın Seyri:*
Panik atak tekrarlayan ve kronik bir hastalıktır. Bir çalışmada, hastaların birçoğunda, 15 ila 60 ay içerisinde semptomlarda iyileşme olduğu, fakat çok az kişide hastalığın tamamen iyileştiği gösterilmiştir. İyileşmeyi iyi yönde etkileyen faktörler; cinsiyet(kadınlar da iyileşme oranı daha yüksek), stresin ortadan kalkması, panik atak sıklığının  başlangıçta düşük olması, semptomların zayıf olmasıdır. Panik ataklarla birlikte depresyonun olması, kişilik bozuklukları hastalığın seyrini kötü etkiler.
 
Panik ataklar hem hastanın hem de ailesinin hayat kalitesini kötü yönde etkiler. Bir araştırmaya göre işten ayrılma (gün olarak) oranı anksiyete bozukluklarında Diyabet, kalp problemleri, Böbrek problemlerine göre çok daha yüksektir.
 
*Tanı:*
Panik Atak tanısı klinik özelliklerle konur. “Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği” hastalığın tanısında, şiddetini ölçmede ve takibinde kullanılabilir.
Tanıda dikkat edilen klinik özellikler: Kalp çarpıntısı, terleme, titreme, nefes darlığı, boğulma hissi, bulantı, Karın ağrısı, uzuvlarda uyuşma, “yaşanılanlar gerçek değilmiş” hissi, kontrolünü kaybetme korkusu, ölme korkusu. Bu belirtiler ataklar sırasında gelişir. Ataklar beklenmedik bir anda gelir ve herhangi bir ilacın etiksine ya da başka bir hastalığa bağlanamaz. Hastada bu atakları yeniden yaşayacağına dair bir korku vardır ve atakları tetikleyebilecek davranışlardan çekinir.
 
*Tedavisi:*
Medikal tedavi ve terapiler mevcuttur.

*Medical tedavi:* Burada ilaçların ayrıntılarına girmeden kısaca isimlerinden bahsedeceğiz.

Panik atak tedavisinde etkili olduğu gösterilmiş ilaçlar; SSRİ’lar, SNRİ’lar, TCAD’lar, MAOİ’lar ve Benzodiazepin’ler dir. Bunlar dışına klinikte faydalı olduğu gösterilmiş bazı ilaçlar da mevcuttur.
SSRİ’lar: Fluoxetine, Paroxetine, Sertraline, Fluvoxamine, Citalopram, Escitalopram’ in etkili olduğu goserilmiştir.
SNRİ’lar: Venlafaxine’in uzun etkili formu panik atakta etkili bulunmuştur.
TCA’lar: İmipramine ve clomipramine in atak şiddetini ve şıklığını azalttığı klinik çalışmalarla kanıtlanmıştır.
MAOİ’leri: Phenelzine ve tranylcypromine’ dir.
 
Benzodiazepin’ler: Alprazolam, Lorazepam, Clonazepam, Diazepam gibi ilaçların etkili olduğu gösterilmiştir fakakt bağımlılık etkilerinden dolayı bu ilaçların kısa bir süre için kullanılmaları önerilmektedir.
Ayrıca Mirtazapine gibi yeni antidepresanların da etkili olduğu gösterilmiştir. Quetiapın gibi antipsikotikler, antidepresanlara dirençli kişilerde denenebilir.
 

*Terapi*

Bilişsel Davranışçı Terapi(BDT)’nin etkili olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir. Bilişsel Davranışçı teoriye göre panik bozukluğun nedeni beden duyularına karşı (özellikle de kan basıncı, nabız gibi otonomik sistemle ilişkili duyular) gelişen kazanılmış bir korkudur.
BDT'den en çok motivasyonu ve problem çözme becerisi yüksek hastalar fayda görür. Hastanın kenidini gözlemleyebilmesi, baş etme becerilerinini öğrenebilmesi ve uygulayabilmesi ve anksiyeteyi arttırabilecek davranışları terapi seansları dışında uygulayabilmesi beklenir. BDT de verilen ev ödevlerini yapma ile iyileşme hızında bir doğru orantı görülmüşütür.
Panik bozuklukta kullanılan özel BDT yöntemleri; eğitim, bireyin kendini gözlemlemesi (self-monitoring), nefes egzersizleri, kas gevşetme egzersizleri, bilişsel yedinen yapılandırma(cognitive restructuring), maruz bırakma ve tekrarın önlenmesidir. Bu yöntemlerin detaylarını başka bir yazıda ele almayı düşünüyoruz.Terapi 10 ila 20 kadar süren haftalık seanslardan oluşur. Bire bir olabileceği gibi grup terapileri şeklinde de olabilir. Seanslar 60-120 dk sürebilir.
Uygulanabilecek diğer bir terapi türü de kısa psikodinamik psikoterapidir.

http://www.nasilbasederim.com/panik-bozukluk-tani-tedavisi/

17 Mayıs 2019 Cuma

OKULA GİTMEK İSTEMEYEN ÇOCUĞA NASIL DAVRANMALI?

 
Çocukların ailelerinden ayrılmak istemeyişi ve okula gitmeye karşı tepki göstermesi bazı ailelerin oldukça zor bir dönemden geçmesine neden olabilir. Ancak doğru yaklaşımların belirlenmesi ve sorunun çözümüne dönük analizlerin yapılmasıyla bu dönemi kolayca atlatmak mümkün.
 

*SORUN AİLE YA  DA OKUL KAYNAKLI OLABİLİR*

En sık yapılan yanlış tutumlardan biri okul reddinin nedenlerini araştırmadan kızma, suçlama ve öfkeyle çocuğun baskı yoluyla okula gitmesini sağlamaktır. Böyle bir durumda sorun illa çocuktan kaynaklanıyor diyemeyiz. Çocuk dışında aile ya da okul kaynaklı da olabilir. Çocuğun okulunun ya da sınıfının değişmesi, öğretmeni ile varsa bir problemi, hayatindaki büyük  değişikliklerin olmasi, arkadaş ilişki sorunları ve ya üstesinden gelemeyeceği kadar ağır bir yüklenme varsa okul reddi görülebilir.
 
Ayrıca  aile içinde yaşanan huzursuzluk ve çatışmalar çocuğun okula gitmek istememesine neden olabilir. Eğer çocuk ev yaşamına ilişkin güvensizlik duyuyorsa, okulda olduğu zaman içinde, evde olanları ve aile bireylerini merak ettiği için okula uyum sağlamakta zorlanabilir. Boşanma, yeni bir kardeşin doğması, yeni bir eve taşınılması, aile bireylerinden birisinin ölümü veya uzun süre hasta olması gibi olaylar çocuğun yaşadığı kaygıları artıracağı için okul reddine neden olabilir. Aynı şekilde, arkadaşları tarafından rahatsız edilmek, aşırı rekabete ve başarıya odaklı bir sınıf ortamında bulunmak, ders başarısının düşük olması, dil yetersizligi (yurt dışında okula başlayanlar için), sosyal etkinliklerde geri planda kalmak, okulun kurallarına uymakta zorlanmak, çocuk için okulu ciddi bir endişe kaynağı haline getirebilir.
 
Örneğin taşınma çocuk için büyük değişikliklerden bir tanesidir. Ne kadar isteyerek heyecanla bir taşınma olsa bile, hayatındaki kişiler ve alışmış olduğu düzen artık yok olur.  Çoğu zaman  taşınmalar  çocuğun isteği dışında  kontrol edemediği bir şey olduğu için  bu durum çocuk da endişe  uyandırır. Taşınmalar aslında yaşanılan birer kayıptır.  Kayıp olması için  bir vefat olması gerekmez. Her bir taşınma veya ayrılık kayıptır. Kayıp yaşayan çocuklar bu süreçte zorluk çekerler.  Bu süreçte  ebeveynlerin  çocuklara karşı anlayışlı ve sakin kalmaları önemli.

*NASIL BİR YOL İZLENMELİ?*

Okul reddi durumunda doğru bir yöntemle yaklaşılmadığında çocukta keyifsizlik, mutsuzluk, sık sık ağlamalar ve en nihayetinde depresyon gelişebilir. Okula gitmesi konusunda cocugun durumunu anlamadan sadece baskı yaparak gitmesi için zorlandığında ise bağırma, çağırma, öfke nöbetleri, okuldan kaçma, kendine zarar verme gibi durumların yaşanabilir.

*Ailelere şu tavsiyelerde bulunuyoruz:*

Okula yeni başlayacak olan çocuklarda heyecan, kaygı gibi duygular görülebilir, bu durum sadece sizin çocuğunuza özel degil, birçok  çocukta  görülebilir. Problemin altında yatan sebeplere göre çözümler üretmek problemin şiddetini  azaltacaktır.

Çocuğunuzla okula gitmek istememesinin nedenlerini konuşmanız ve onun bu konuda kendi duygularını anlatmasını sağlamanız, anlaşıldığını hissettirecektir ve sizinle daha kolay iletişim kurmasını sağlayacaktır.

Bazen çocuklar çok kolay anlatamayabilirler, böyle durumlarda resim çizdirme, hikaye anlatma ya da insan figürlü oyuncaklar yardımıyla farklı bir iletişim kanalı kullanabilirsiniz.

Sorun ev içi, aile içi kaynaklı ise bu alanda düzenlemeler, aile içi iletişimi güçlendirmeye ve çocuğun yaşına ve bilişsel gelişimine uygun becerileri geliştirmesine yönelik destekleyici yaklaşımlarda bulunulmalı.

Okul kaynaklı ise, okul alanında düzenlemeler yapılmalıdır. Okul içindeki bireylerle arasında bir sorun varsa, rehberlik servisinin ve idarecilerin de devreye sokulması işe yarar. Okul nedenli sorun aşılamıyorsa son aşamada sınıf ya da okul değişikliği de yapılabilir.

Çocuk kendini rahat hissedinceye kadar ebeveyn sınıfta bekleyebilir, aşamalı olarak çocuğun ebeveyni ile kaldığı süre azaltılıp, fiziksel yakınlık mesafesi artırılmalı. Ornegin, çocuk kendisini okulda rahat hissedene kadar aşamalı olarak velinin okulda çocukla beraber bulunabilir. Veli önce sınıfta çocukla olur, sonra çocuk kendini güvende hisseddikçe ebeveyn sınıfın dışında bekler, çocuk tenefüslerde yemek arasında ebeveynini görür güven hisseder  geri döner. Sonrasında binanın dışında bekler ebeveyn, çocuk arada pencereden bakar el sallar devam eder.

Ebeveyn tarafından okula bırakılıyor ise, ayrılma süreleri kısa tutulmalı, ne zaman tekrar almaya geleceği ve tam olarak nerede bekleyeceği bilgisi açık ve net bir şekilde çocuğa ifade edilmeli.

http://www.nasilbasederim.com/okula-gitmek-istemeyen-cocuga-nasil-davranmali/

OKUL UYUMSUZLUĞU/OKUL FOBİSİ


Bu yazımızda okul fobisini konu alacağız. Okula gitmeyi reddeden çocuğumuza karşı tavrımız nasıl olmalı? Her soruda olduğu gibi bu sorunun da cevabını verebilmek için öncelikle sorunu anlamalıyız.
Sorun ebevynler de mi? Çocukta mı? Okulda mı?
Birçok ebeveyn bu konuda kendisini suçlayabilir. Yetersiz hisseder. Çocuğuyla başedemediğini düşünebilir. Ya da çocuğunun okulda güvenli olup olmadığı aklını kurcalayabilir. Çocuğun okula gitmek istememesinin birçok nedeni olabilir ve yukarıda saydığımız etkenlerin hepsinin okul fobisinde etkisi olabilir.

*Okula gitmeyi reddeden çocuklar genellikle;*
Evde ebeveynleriyle kalmak ister.
Okula gitmeleri bahis mevzu olduğunda baş ağrısı/mide ağrıları olabilir.
Genelde başka bir sağlık problemleri yoktur.
Okula gitmek istememe düşüncelerini ebeveynlerinden saklamazlar.
Genellikle ailenin en genç bireyleridirler ya da evde kardeşleri vardır.
 
Okul fobisi herhangi bir yaşta olabilir ancak sıklıkla tatil dönüşünde, okul başlangıcında, ailede oluşan bir değişiklikle artar. Uzun dönemde bu problem çözülür ve çocukta başka bir davranış problemine genellikle neden olmaz.

*OKUL FOBİSİNİN NEDENLERİ:*

Ayrılık kaygısı okul fobisinin en önemli nedenlerinden biridir. Ayrılık kaygısı bir yasından sonra çocuklarda görülen normal bir reaksiyondur. Çocuk ebeveyni uzaklaşınca ağlamaya, huzursuzlanmaya başlar. Iki yasından sonra azalır. Fakat bazı çocuklarda ilkokul çağlarına hatta yetişkinliğe kadar görülebilir. Çocukta “ayrılırsam anne-babamı kaybederim” korkusu bunun basılıca nedenidir. Hasta bir ebevynin olması, evlilik problemleri, yakın zamanda taşınmış olma, ayrılmış anne-baba, ailesini kaybetmiş başka bir çocuk tanımış/görmüş olma, evde anne-babasıyla vakit geçiren, eylenen başka bir kardeşini kıskanma…
Bunlar ayrılık kaygısını arttıran etkenler.

*Okul fobisine neden olabilecek bir diğer neden de okul ile ilgili problemlerdir:*
Çocuk okulda sataşmaya maruz kalıyor olabilir.
Arkadaşının olmaması, okulda neyin nerde olduğunu, nasıl yapacağını bilmeme, kaybolmuş hissi.
Öğrenme güçlüğü, dersleri zor bulma, ev ödevlerini bitirmeme.
Okulun düzenlediği gezi, özel programlar, tiyatro vs gibi bazı etkinliklerden ürkme.
Okuldan ebeveyn alıyorsa, ebeveynin geç gelmesi; unutulmuşluk hissi…
Okul fobisine sebep olan/şiddetlendiren okul ile ilgili etkenlerden bazılarıdır.
Ebevenlerin okul fobisi hakkında endişelenmleri okul fobisini şiddetlendirir. Çünkü çocuk  gerçekten endişelenecek birşeyin var olduğuna inanmaya başlar. Bu yüzden ebevenler çocuklarını endişelendiklerini belli etmemeli, soğukkanlı davranmalıdırlar.

*Öyleyse okul fobisi ile nasıl bas etmeli?*

Çocuk okula olabildiğince erken dönmeli. Süre uzadıkça dönmesi zorlaşacaktır. Yukarıda sayılan nedenler ve benzerleri varsa bunlar elden geldiğince çözülmelidir. Her çocuk için çözüm, onun durumuna özel olacaktır, ancak her durumda uyulabilecek bazı genel kaideler vardır:
Çocuğunuzun bunu aşabileceğine inanın ve bunu çocuğunuza söyleyin.
Çocuğunuzu problemini, duygularını, kaygılarını sizinle paylaşması konusunda cesaretlendirin.
Onu anladığınızı belli edin: “Bu söylediklerin seni çok korkutmuş olmalı” gibi empatik cümleler kurulabilir.
Kaygılarını küçümsemeden beraber çözmede istekli olduğunuzu ona gösterin.
Asla korkularıyla alay etmeyin.
Eğer çocuğunuzu dinlemiyor ve ne demek istediğini anlamıyorsanız, problemlerini sizinle paylaşmakta zorluk yaşayacaktır. Örneğin; evdeki kardeşlerinin eylendiklerini düşünüyorsa, okul çıkışında onun sevdiği etkinlikleri ödül olarak yapabilirsiniz.
Okulu tanımadığı için korkuyorsa, birlikte okulu gezebilirsiniz. Lavabo ve tuvaletleri birlikte görmek, öğretmen, arkadaşları ve müdürle tanışmak çok faydalı olacaktır.
Öğretmeniyle irtibat içinde olun. Çocuğunuzun anlattığı önemli gördüğünüz olayları öğretmenine sorun.
Bir yere gittiğiniz zaman, çocuğunuza nereye gittiğinizi, ne kadar kalacağınızı söyleyin.
Çocuğunuzu geri geleceğiniz konusunda rahatlatın. Gerekirse bunu tekrar tekrar söyleyin.
Çocuğunuz okula giderken mutlaka vedalaşın. Fakat bu kısa bir vedalaşma olsun. Çocuk isterse ebeveynin bir eşyasını yanına alabilir. Bu güven hissi verir.
Problemini çözmesi konusunda çocuğunuza verebildiğiniz kadar control verin: Ona çözüm önerilerini sorun.

http://www.nasilbasederim.com/okul-uyumsuzlugu-okul-fobisi/

16 Mayıs 2019 Perşembe

YİTİRİLEN DEĞERLERİMİZİ ÇOCUKLARIMIZA TEKRAR KAZANDIRMA-1

Tarihte benzerine az rastlanan çeşitli zorluklar yaşanan bir süreçten geçerken, aile kavramı önemini yitirmemek için mücadele vermekte. İşsizlik, iftiralar, yaşanılan sağlık sorunları, depresyon, yaşanılan maddi manevi zulümler, beraberinde mutsuzluğu, güçsüzlüğü getirmektedir. Bunun toplumsal, kültürel olarak birçok olumsuz etkileri olduğu gibi, bireysel olarak da birçok olumsuz, yitici etkilerine şahit olmaktayız. Maalesef ki, bunun en fazla etkisini çocuklarımız görmekte ve yaşamaktadır.

Birçok aile, yaşanılan problemlerin nedenlerini açıklamak da bile zorluk yaşarken, diğer yandan da bunlarla nasıl mücadele etmesi gerektiğini çocuklarımıza aktarmak zorun da kalıyor. Bu zorluklarla birlikte çocuklarda bazı toplumsal değerlerin kaybolduğunu görüyoruz.  Mağdur olan bu aileler, ailevi ve toplumsal değerleri öğretme de yetersiz kalabilmektedirler. Yani, çocuklara, kendisine ve topluma yararlı olacak evrensel değerleri, ahlaki ve sosyal açıdan gelişimlerine katkıda bulunmasına yönelik adalet, sevgi, saygı, din vb. karakter eğitimlerini verememektedirler.

Çocuklarda saygı kavramının yerleşmesi için ilk ve en önemli şey aile bireylerinin birbirine saygı gösterdiği bir ortam oluşturmaktır. Çocuklarımıza saygıdan bahsederken de meseleyi pek çok yönü ile ele almaya çalışmalıyız. Örneğin; bizden farklı düşünen, bizden farklı giyinen, bizden farklı yaşayan insanların hayatına saygı göstermek onları olduğu gibi kabul etmek de saygının farklı bir yönü ve insanların birbiri ile huzur içinde yaşayabilmeleri için ele alınması gereken çok önemli bir öğretidir. Elbette tüm bu öğretilerde ilk ölçüt öncelikle örnek olmaktır. Ne kadar anlatırsak anlatalım dilden çıkan kulağa kadar gider oysa yansıyan ve tesir eden sadece ve sadece halimizdir.

Çocuklarımıza yaşanan mağduriyetlerle birlikte, saygı, sevgi, adalet vb. ailevi ve toplumsal değerleri öğretmek için nelere dikkat etmemiz gerektiğini kısaca maddeleyelim;
– Biz uzmanlar olarak, öncelikle ebeveynlerin yaşadıkları bu zorlu durumları kabullenerek, çocuklara neden mağdur olduklarını gelişim dönemine uygun açıklamalar yapmasını tavsiye ediyoruz. Çocukların yaşanan problemlerin, mağduriyetlerin farkına varmaları önemlidir.

– Her ne zorluklar yasarsak yasayalım, öncelikle çocuklarımızla kaliteli vakit geçirmeye çalışalım.

– Onu dinleyiniz. Dinlenen çocuklar saygı gördüklerini düşünür ve kendilerine olan güvenleri artar. Sordukları tüm soruları somut ve anlaşılır bir şekilde cevaplandırınız.

– Disiplin anlayışınız eğer şiddete ve sindirmeye dayalı ise bu tutumunuzdan bir an evvel vazgeçiniz.

– Çocuk özür dilemeyi de sizden öğrenecektir. Gereken yerde onun yanında özür dilemekten çekinmeyiniz. Eğer çocuğunuza karşı bir hata yaptıysanız ondan da özür dileyiniz.

– Onun yerine karar alıp, seçimler yapmayınız. Yanlış da olsa karar almasına ve sonuçlarına katlanmasına fırsat tanıyınız (elbette hayati kararlar ve kötü alışkanlıklarla ilgili kararlar değil.) Doğru tercihlerinde onu takdir ediniz.

– Farklı etnik gruplarda arkadaşlar seçtiğinde buna saygı duyduğunuzu hissettiriniz. İnsanlara karşı eşitlikçi yaklaştığınızı ona hissettiriniz.

– Başkalarına karşı kaba ve ukala davrandığında bu davranışlarının sonuçlarını görmesine yardım ediniz ve sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerde bulununuz.

– Saygısızlıkla karşı karşıya kaldığı zamanlarda bu konuyu ve neler hissettiğini tartışıp empati kurdurmaya çalışınız.

– Topluluk içerisinde, özellikle büyüklerinizle bir araya geldiğiniz anlar çocuklarınızın saygıyı öğrenebileceği en iyi dersliklerdir. Onlara gösterdiğiniz hürmet ve saygıyı hissettiriniz. Bu mirasa sahip çıkmaları gerektiğini onlara aşılayınız.

– Emek verdiği herhangi bir ürünü uygun bir yere asıp ‘emeğine saygı duyuyorum’ diye bir not yazınız.

– Sizden farklı düşündüğü ve farklı karar aldığı bir konuda onunla aynı düşüncede olmadığınız halde ona saygı duyduğunuzu belirtiniz.

– Çocuğun duygularına da saygı duyulmalıdır. Çocuk kimi zaman üzülebilir ve bu üzüntü konusu ebeveyn için çok basit olabilir, ebeveyn buna rağmen çocuğun üzüntüsüne saygı duymalıdır. Aynı durum tüm duyular için geçerlidir. Heyecan, öfke, korku vs. “Ne gerek var böyle hissetmene?” tarzı yaklaşımlar da çocuğun duygularına saygısızlık anlamına gelir.

– Ona karşı eleştiride bulunacağınız zaman kişiliğine değil davranışına eleştiride bulununuz. Negatif eleştiri, hakaret, yüksek ses tonu ile kontrolsüzce konuşma gibi davranışlar ebeveynin kesinlikle başvurmaması gereken yaklaşımlardır.

– Tarihte adalet ile öne çıkmış kişilerden mutlaka bahsetmek, araştırılması için heves oluşturmak, hatta birlikte bu araştırmaya zaman ayırmak,

– Adalet konusunu içeren kısa hikâye ve masal okumak,

– Adalet konulu şiirler ve şarkılar dinletmek,

– Zayıf ve güçsüz insanların yanında olduğunuzu göstermek,

– Kişilerin haklarına saygı duymayı göstermek,

– Hoşgörünün önemini vurgulamak,

– Hz. Mevlâna kıssaları okunarak çocuklarımıza insanları sevmeyi öğretmek,

– Suçluyu övmemek ve onu savunmamak,

– Sahip oldukları ile mutlu olmanın önemini hatırlatmak,

– Empati davranışını kazandırmak,

– Çocukların oynadıkları oyunlarda, oyun kuralının önemli olduğunu ve kurallara uymanın önemli olduğunu ifade etmek,

– Çocuklara izletilecek filmlerde adalet vurgusu yapanları tercih etmek,

– Adalet konusunu içeren resimler yapmaları için teşvikte bulunmak,

– Adalet üzerine söylenmiş özlü sözleri birlikte açıklamak,

– Adalet kavramını içeren; kelime, deyim ve atasözlerini konuşma aralarına serpiştirmek ve vurgu yapmak,

– Adaletsiz olay ve durumlarda doğruyu ifade etmelerini teşvik etmek,

– Sartlar ne olursa olsun verdiğiniz sözde mutlaka durmak ve yalandan uzak olmak,
vb. birçok örnekler verebiliriz.

Çocuklarımıza bu davranış değişikliklerini kazandırmanın en temel yöntemi öncelikle bu özellikleri davranışa dönüştürerek, bizlerin çocuklara örnek olmasıyla olacaktır. Davranışa dönüşmeyen, bizim örnek olmadığımız hiçbir kavram çocuk üzerinde etkili olmayacaktır.

http://www.nasilbasederim.com/yitirilen-degerlerimizi-cocuklarimiza-tekrar-kazandirma-1/

14 Mayıs 2019 Salı

Bir dönem panik atak geçirdim ve o günden beri sürekli ölüm korkusu yaşıyorum. Bu korkuyu inançlı biri olarak taşımak beni üzüyor ama bir türlü de atlatamıyorum.

*CEVAP:*

 ”Herkes Kimsenin Sağ Kalmadığını Bilir de Kendisinin Öleceğine İnanmak İstemez.” 
(Namık Kemal)

Psikolojik olarak ölümü inceleyeceksek akla gelecek olan ilk şey ‘çelişki’ olmalıdır. İnsanoğlu varlığının bir gün sona ereceğini bilir ve kabullenir bu durum gayet normalken bir yandan da hiç ölümü hesaba katmadan yaşamaya devam eder, ölüm düşüncesini bir noktada erteler, bastırır ve inkar eder.

‘Ölüm’ ün korku oluşturması gayet normal bir sonuçtur.İnsanda kaygı doğuran  durumlar genel olarak sonunu bilemediği durumlara karşı gelişir. Çoğu anksiyete (kaygı) bozukluğunda karşımıza çıkan sorunların altında yatan en büyük etmen kişinin başına neyin, ne şekilde geleceği ve sonunun ne olacağını bilmemesinden kaynaklanır. Örneğin uçak fobisi olan bir insanın uçağa binerken korkudan kalp krizi geçirir miyim diye düşünmesi, uçak kalktıktan sonra bayılır mıyım, uçak bozulur mu, gideceğimiz rotaya söylenilen saatte ulaşacak mıyız, ya pilot teknik bir hata yaparsa… gibi soruların cevaplarını bulamaz ve bu soruları düşünerek yaşadığı kaygı ve korkuyu büyütür.
Ölüm esnasında ne yaşanılacağını bilmemek, hatta ne şekilde öleceğini bilememek kişide son derece korku ve kaygı oluşturan bir durum olabilir. Ölümden sonra yakın çevresi neler düşünecek, neler yapacak, ölümden sonra fizyolojik olarak ne şekilde olacak,nereye gidecek, ölüm anında canı yanacak mı, nerde ve ne şekilde ölecek?  kişi bu soruların cevabını bilmez ve anlamlandıramaz. Sevdiklerinin onu özleyeceğini, kendisinin de sevdiklerini özleyecek olması düşüncesi kişiyi en çok bunaltan düşüncedir.
Ölüm kavramı her kültürde farklı hatta her insan için farklı yorumlara tabiidir. Kimi için kurtuluş sayılırken kimisine göre yeni bir başlangıç, kimine göre cezaların ve günahların hesabının yapılacağı vakit ve sonraki hayat anlamını ifade eder. Dini açıdan da bakıldığı zaman her insanın belirli bir süresi vardır ve hayat sonlanan bir olgudur. Dini açıdan yanlışları, günahları olan insanlar tövbe ederek, dua ederek, ibadet ederek bir nebze kendilerini psikolojik olarak  rahatlarlar ve Yaratıcı ile sağlam  bir bağ kurarak ölümden sonraki hayat için bir şeyler yapmış olurlar. Çoğu zaman inancı olan kişilerin dua, ibadet yöntemleri ile umutsuzluklarıyla ve kaygılarıyla baş edebildiklerini görürüz. Sığınacak bir liman, derdini anlatacak, bir şeyler dileyebilecek bir ortam insanın zor zamanında her zaman rahatlatan bir durumdur.
Ölüm Korkusu çoğu insanda vardır (çoğu insan bunu inkar etse de ) ancak kimi insanlar bu korkuyu daha yoğun yaşamaktadırlar. Bu durum psikolojik rahatsızlık boyutuna ulaştığında genellikle ‘Panik Atak’ olarak kendini göstermektedir. İnsanın bedensel olarak ölüme yaklaştığını hissettiren belirtiler sonrasında panik atak geçiren kişiler dini kurallara uymaya başlayabilir ve daha sağlıklı ve düzgün bir yaşam tarzına geçiş yapmaya çalışırlar. Panik Atak esnasına öleceğini düşünen kişide pişmanlık ve keşke’ler başlar. Panik atak dışında yine ölüm korkusunun üst seviyede mevcut olma durumu kişide başka psikolojik rahatsızlıklara yol açabilmektedir.

Daha düzgün yaşayan, haksızlık yapmayan, sevdiklerini sık sık arayıp soran, iyilik yapan, insanları eleştirmeyen, iyimser yaklaşan, kendinden pozitif manada  ödün veren, sade bir yaşantıyı seçen, bu hayata bir şeyler katmayı ve bırakmayı hedefleyen insanlarda ölüm korkusu daha yanlış ve düzensiz bir hayat yaşayan insana göre daha azdır. Aslında şu anda yurtdışında olabilmek belki de tekrar dünyaya gelseydim şunları  şunları yapardım gibi düşüncelerin gerçekleştirilmesi için gayet uygun bir durumdur. Ölüm olgusu bir yerde dünyayı daha dengeli ve merhametli bir alana çevirir. Sonsuz bir hayat algısı kişilerde doyumsuzluk, vicdansızlık, korkusuzluk gibi duyguları arttıracak ve içinden çıkılamayacak bir ortam oluşturacaktı.

*Kimler Ölümden Daha Fazla Korkuyor?*
Araştırmalara göre evlat sahibi olan kimseler, zengin olup daha çok para kazanma hırsına sahip olan kimseler, dini inancı olup da dinin kurallarını yerine getirmeyen kimseler, batı toplumları doğu toplumlarına göre daha fazla ölüm korkusu taşımaktadır.
 
Ölümsüzlük icat edilemeyeceği için öncelikle insanoğlunun ölümü kabul edip daha düzgün bir hayat yaşam tarzını benimsemesi gerekir. Unutmak da doğru değil sürekli ölüm düşüncesiyle yaşamak da… Doğru olan nokta hem ölüm varmışçasına yaşamak hem de bu dünyaya için bir şeyler yapmak, insanlığa fayda sağlayacak işlerde bulunmak olacaktır. İyi evlatlar yetiştirmek, yoksul insanlara yardım etmek, sokaktaki hayvanları beslemek, ağaç dikmek, çalışmak, haksız kazanç yapmamak, eş dost ziyareti yapmak, kimsesizleri, yaşlıları ziyaret etmek vicdanımızın okşanmasına yol açar, yüreğimize su serper ve psikolojik olarak büyük rahatlama sağlar. Ayrıca yakınların, eş dostların cenaze törenlerine gitmesi de kişiyi zihinsel açıdan ölüm düşüncesine karşı nötralize eder. En temel korkularımızdan olan ‘ölüm’ diğer korkularımıza yol açan en temel korku türüdür. Ölüm korkusunu yenmek bir noktaya kadar gerekli ve mümkündür. Kişide bir nebze bile olsa ölüm korkusunun kalması bir sorun oluşturmaz ancak günlük hayatında büyük kaygı yaşatacak derecede bir korku yaşıyorsa bilişsel terapilerle büyük derecede iyileşme gösterebilirler.

Bütün kaygılarımızın  temelinde gelecekle iligili belirsizlikler yatar.
Aslında insanoğlunun ölüm korkusu ve umut ilkesi olmasa ne bir toplum ne de uygarlık kurulabilirdi.

Dolayısıyla insanoğlu olarak ilerleyişimizin  kökeni ölüm kaygısına, bu kaygıyı aşabilmek ve işlevsiz bir ömür sürmemek için  yapılan güzelliklere dayanır.

*PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ*

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Doğumdan beri farklı ağrılarım va sancılarım var. Pek çok farklı doktora gittim, bütün kontrolleri yaptırdım, herhangi bir hastalığım çıkmadı ama ağrılarım ve ataklarım devam ediyor. Doktorlar rahatsızlığımın psikolojik olabileceğini belirtti.

- Yaklaşık 11 aydır bir AB ülkesindeyiz.
- Yolculuk esnasında hamile olduğum için baya sıkıntılı bir süreç yaşadım.
- Doğumdan sonra kayınvalidemin kanser olduğunu öğrendim, benim için bir yıkım oldu.
- O günden beri farklı ağrılarım va sancılarım var. Pek çok  farklı doktora gittim, bütün kontrolleri yaptırdım, herhangi bir hastalığım çıkmadı ama ağrılarım ve ataklarım devam ediyor. Doktorlar rahatsızlığımın psikolojik olabileceğini belirtti.

*CEVAP:*

Panik bozukluk genellikle ergenlik ile 30 yaş arasında başlamakta, yaşlandıkça sıklığı azalmaktadır. Kadınlarda yaklaşık 2 kat fazla görülmektedir.

Nedenlerden biri; panik atak, beynimizde nöron adı verilen hücrelerden salgılanan, heyecan ve duygusal yaşantılarımızı düzenleyen bazı beyin hormonlarının anormal çalışması sonucu oluşur.

Diğer neden ise; panik atak, günlük yaşantımızda yaptığımız bazı davranışlarımızın sonucunda ortaya çıkan ve tamamen doğal ve zararsız olan çarpıntı, terleme, nefes sıkışıklığı ya da baş dönmesi gibi bedensel belirtilerin, hasta tarafından kötü bir hastalığın belirtileri olarak değerlendirilmesi ve bununla birlikte endişe ve korku dozajının artması sonucu oluşur.

*PANİK BOZUKLUĞUNUN TEDAVİSİ MÜMKÜN MÜDÜR?*
Panik Bozukluğu, tedavisi mümkün bir hastalıktır. Bugün için etkinliği bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış iki türlü tedavisi vardır. Bunlar: 1.İlaç tedavisi,  2.Bilişsel-davranışçı tedavi

*1. İlaç Tedavisi:*
Panik Bozukluğunun tedavisinde, beyin sinir hücrelerindeki bozuk olan hormon faaliyetlerini düzelterek Panik Ataklarını önleyen ilaçlar kullanılmaktadır. Halen, ülkemizde bu hastalığa iyi gelen oldukça fazla sayıda ilaç bulunmaktadır.
Doktorunuz bu ilaçlardan birisini seçerek, az bir dozla başlamanızı önerecek ve düzenli kontroller ile dozu gerektiği kadar artıracaktır. 
İlaç tedavisi en az bir yıl sürdürüldükten sonra yavaş yavaş azaltılarak kesilecektir.
*2.Bilişsel-davranışçı tedavi:* 
Bu tedavi yönteminde iki amaç vardır:
*1.* Hastanın, aslında tamamen “zararsız” olan panik atak belirtileri hakkındaki  yanlış bilgi ve inanışlarının düzeltilmesi ve hastanın bu belirtiler ile korkmadan baş edebilmesinin öğretilmesi amaçlanır.
*2.* Panik Atağı geleceğinden korktuğu için tek başına bulunmaktan kaçındığı yer ve durumlarla aşamalı bir şekilde tekrar tekrar karşılaştırılması, böylece   korkularının“üstüne gitme”si sağlanarak korkularını yenmesi amaçlanır.
Bu tedavide doktor hastasına dışarıya çıkma, pazara gitme, taşıt araçlarına binme gibi hastanın, korku ve panikleri nedeniyle yapamadığı etkinlikleri bir plan dahilinde en basitlerinden başlayarak “alıştırma ödevleri” olarak verir. Hasta basitleri yapabilir hale geldikçe zorlarına geçerek bütün korkulan durumlar bitinceye dek alıştırmalar sürdürülür.
EN İYİ SONUÇ, BU İKİ ÇEŞİT TEDAVİNİN BİRLİKTE UYGULANMASI İLE ALINMAKTADIR.
LÜTFEN UNUTMAYINIZ !

PANİK BOZUKLUĞU, KESİNLİKLE ÖLÜME, ÇILDIRMAYA YA DA FELÇ OLMAYA YOL AÇAN BİR HASTALIK DEĞİLDİR.

DOKTORUNUZ ÖNERMEDİKÇE KORKULARINIZ İLE BAŞ ETMEK İÇİN KALP, TANSİYON, ÇARPINTI İLACI, VİTAMİN, SAKİNLEŞTİRİCİ KULLANMAYINIZ YA DA “YA GEREKİRSE” DİYE YANINIZDA TAŞIMAYINIZ.

SADECE DOKTORUNUZUN ÖNERDİĞİ İLAÇ YA DA İLAÇLARI KULLANINIZ.

İLACINIZI DOKTORUNUZUN SÖYLEDİĞİ ŞEKİLDE VE DOZDA KULLANINIZ. O GÜN İYİ YA DA KÖTÜ OLMANIZA GÖRE DOZU AZALTIP, ARTTIRMAYINIZ.

      *Panik Atak Krizi Sırasında Ne Yapılmalı?*

*1. Panik atak krizinin başladığını hissettiğinizde 3-3- 3 kuralını uygulayın.*

Etrafınıza bakın ve gördüğünüz üç şeyin ismini söyleyin. Ardından duyduğunuz üç sesi söyleyin. Son olarak vücudunuzdaki üç bölümü; bileklerinizi, parmaklarınızı ve kolunuzu oynatın. Bir anksiyete krizinin başladığını hissettiğiniz anda bu kuralı uygulamanız zihninizde ışık hızıyla dönen kaygılı düşüncelerden kurtulmanıza ve sakinleşmenize yardımcı olacaktır.

*2. Ayağa kalkın ve vücudunuzu dik tutun.*

Kaygılı ya da korkmuş olduğumuz zamanlarda bilinç altından gelen bir motivasyonla öne eğilerek kalbimizin ve akciğerlerimizin bulunduğu vücudumuzun üst kısmını korumaya çalışırız. Bu doğal reaksiyona anlık bir çözüm olarak omuzlarınızı geriye atın ve vücudunuz dik bir şekilde ayağa kalkın. Böylece vücudunuza her şeyin normal olduğu mesajını vererek sakinleşmenize yardımcı olabilirsiniz.

*3. İçinde bulunduğunuz an’a odaklanın.*

Anksiyete ve panik atak geleceğe odaklı bir zihin durumudur. Biraz sonra olacaklar hakkında kaygılanmak yerine kendinizi şu an’a odaklayın. Kendinize “Şu anda tam olarak ne oluyor?”, “Güvende miyim?”, “Şu anda yapmam gereken bir şey var mı?” diye sorun. Kaygılanmanıza neden olacak bir şey olmadığını kendinize bilinçli olarak hatırlatın. Gerekirse günün farklı bir saatinde kaygılarınızı yeniden değerlendirmek için kendinizden bir “randevu” alın. Böylece aklınızda dolaşan, olma ihtimali uzak senaryoları belirli bir saat dilimine yönlendirip sakin bir şekilde gününüze devam edebilirsiniz.

*4. Derin nefes alıp verin.*

Derin nefes alıp vermek sakinleşmenize yardımcı olur. Farklı egzersizlerde olduğu gibi belirli bir sayıda nefes alıp vermeye odaklanarak kaygılanmanıza gerek yok, alıp verdiğiniz nefeslerin derin ve eşit olması yeterli. Böylece sakinleşerek yeniden odaklanmayı sağlayabilirsiniz.

*5. Yaşadıklarınızı yeniden isimlendirin.*

Panik ataklar, kendinizi sanki bir kalp krizi geçiriyormuşsunuz, ölecekmişsiniz gibi hissetmenize neden olabilir. Böyle anlarda kendinize yaşadığınız şeyin bir panik atak olduğunu, bunun aslında zararsız ve geçici bir durum olduğunu ve yapmanız gereken hiçbir şey olmadığını hatırlatın. Yaşadığınız fiziksel belirtilerin yaklaşan ölümün habercisi değil, sizi hayatta tutan savaş & kaç mekanizmasının belirtileri olduğunu tekrarlayın.

*6. Düşüncelerinizin doğruluğunu yeniden kontrol edin.*

Anksiyete ve panik atak yaşayan kişiler genellikle olabilecek en kötü olasılığa odaklandıkları için kendilerini muazzam bir kaygı içinde bulurlar. Bu düşüncelerinizin ne kadar gerçekçi olduğunu yeniden değerlendirin. Korkularınızı yeniden değerlendirmek beyninizi kaygı verici düşüncelere karşı eğitebilmenize yardımcı olur.

*7. Kendinizi meşgul edin.*

Ayağa kalkın, küçük bir yürüyüşe çıkın ya da o anda dikkatinizi dağıtmanızı sağlayacak fiziksel bir şey ile meşgul olun. Zihninizi öğrendiği kaygılı düşünce kalıplardan uzaklaştırmanız kontrolü yeniden elinize almanızı sağlayacaktır. 

*8. Krizin başlayacağını hissettiğiniz anda şekerden uzak durun.*

Her ne kadar stresli olduğumuz zamanlarda bir parça çikolataya uzanmak birçoğumuzun aklına gelen ilk şey olsa da araştırmalar fazla şeker tüketiminin panik atağı kötü etkilediğini gösteriyor. Bir panik atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda şekerli gıdalara yönelmek yerine bir bardak su için ya da protein oranı yüksek besinler tüketin. Proteinli besinlerin sindirimi daha yavaş olacağı için vücudunuz buradan gelen enerjiyi kendisini toplarken kullanabilecektir.

*9. Yakınlarınızı arayarak ikinci bir fikir alın.*

Yakın bir arkadaşınızı ya da ailenizden birini arayarak aklınızdan geçen kaygılı düşünceleri onlarla da paylaşın. Düşüncelerinizi sesli bir şekilde başka birine söylemeniz, bu düşüncelere sizin de yeni bir bakış açısıyla bakmanıza yardımcı olacaktır. Veya bu düşüncelerin aslında irrasyonel olduğunu fark etmenizi sağlayacaktır.

*10. Komik bir video seyredin.*

Araştırmalar, gülmenin psikolojik ve fiziksel sağlığımız için birçok pozitif etkisinin yanında anksiyeteyi azaltmakta da etkili olduğunu gösteriyor.
Panik atağının başladığını hissettiğiniz zamanlarda dikkatinizi kaygılı düşüncelerden komik bir videoyla uzaklaştırmak hem rahatlamanıza hem de gülümsemenize yardımcı olacaktır.

*PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ*

KİLO PROBLEMİ: CEVAP 2

Aileler özellikle ergenliğe giren çocuklarında bu sorunu yaşayabilir. O güne kadar çok sorgulamayan çocuk artık genç olduğu için her şeyi sorgular. Bu sorgulama esnasında yemek konusu da gündeme gelir. Aslında çocuk bir arayış içindedir. Anne baba otoriteyi temsil ettiği için bu dönemde söylediği sözler doğru bile olsa baskı gibi anlaşılabilir. Bu yüzden çevrede doktor, diyetisyen, öğretmen, bilinçli akrabalar ve en önemlisi bilinçli arkadaşlar olursa çocuk veya genç bunlardan daha olumlu etkilenir. Anne babaya yaptığı direnci bu kişilere yapmaz. Böylece kendisi doğru sağlıklı beslenme ilkelerine ulaşmış olur. Eğer o güne kadar tüm ailede sağlıklı beslenme ve sağlıklı gıdalar bilinci oluşmuş ise sıkıntı daha hafif atlatilabilir. Beslenme hayatın bir yönüdür. Uyku, spor, çalışma(ders veya iş) , teknoloji(tv-tablet-telefon-bilgisayar) diğer yönleridir. Bir elin beş parmağı gibi düşünün. Parmakların hepsinin sağlıklı ve düzenli olması çok önemlidir. Kısaca buna düzenli yaşam diyelim. Hayatın düzelmesi için tamamını düzeltmek gerekir. Yeme sorunlarının düzelmesi için uyku, spor, teknoloji ve çalışma düzeninin de olması gerekir. En düzenli yaşanılan yerlerden birisi askerliktir. Burada insanların çoğu daha sağlıklı hale gelir. Son olarak bu sorunların en çok olduğu gençlerin bir hedefi var ise bu motivasyon onların hayatının tamamında olumlu etki yapacaktır. Tek başına hayatını düzene koymakta zorlanan kişiler için bir grubun üyesi olması olumlu etki yapacaktır. Yeme bozukluğunun haz ihtiyacından doğduğunu düşünür isek bunun da çözümü çocuk ve gençlere başka sağlıklı ve olumlu haz kaynakları kazandırmak lazımdır. Başta mesleki hedefler ve faaliyetler,  spor, sanat, okuma, sosyal sorumluluk çalışmaları, evsel sorumluluk ve faaliyetler, hobiler vb.
İletişim sorunlarının giderilmesinde de bu faaliyetler çok olumlu etkiye sahiptir. İnsan sosyal bir varlıktır. Bu doğal yapısına uygun çözümler gerçek çözümlerdir. Bireysel olarak insanı sosyal ortamından ayrı tutarak elde edilecek sonuçların kalıcılığı sınırlı ve cılız olacaktır.

12 Mayıs 2019 Pazar

-Kendimi bildim bileli kilo problemim var, bir türlü zayıflayamıyorum.

*SORU:*
-Kendimi bildim bileli kilo problemim var, bir türlü zayıflayamıyorum.
- Pek çok kez diyet yaptım ama hepsini bozdum.
- Diyet yaparken bile ailemden gizli gizli hep yemek yiyordum. Ailemle bu konu yüzünden sık sık karşı karşıya geldim. Zayıflamak için ne yapabilirim?

*CEVAP:*
Yeme bozukluğu; kökeni genetik, psikolojik, sosyal faktörlere dayanan ve fizyolojik, psikolojik ve sosyal problemlere sebep olan yeme davranışındaki bozukluklardır. Kişi eğer günün büyük kısmını yemek, kalori düşünerek geçiriyor, duygu durumu kilo alıp vermesine göre değişiklik gösteriyorsa, yaptığı planlar yemek ve kilo çevresinde dönüyorsa yeme bozukluğundan bahsedilebilir.

Yaygın ve yaygın olmayan birçok yeme bozukluğu vardır. En bilinen yeme bozuklukları arasında anoreksiya nervoza, bulimiya nervoza ve aşırı yeme bozukluğu sayılabilir. Anoreksiya nevroza, özetle kişinin normal kiloda ve/veya normal kilonun altında olmasına rağmen kilo almaktan korkması, kısıtlayıcı diyetlere gitmesi, kilo kontrolü sağlamak için aşırı egzersiz yapması olarak tanımlanabilir. Bulimiya nervoza, kişinin kısa bir zaman dilimi içinde normalde yediği yiyeceğin çok daha fazlasını yiyip sonrasında da kilo kontrolü amacıyla yediklerini kusması, aşırı egzersiz yapması, müshil ve diuretik ilaç kullanması olarak özetlenebilir (daha çok mankenlerde görülür). Aşırı yeme bozukluğu ise kişinin normalde yediği yiyeceğin çok daha fazlasını kontrolden çıkmışçasına, canı acıyıncaya kadar hızlı bir şekilde yemesi ve sonrasında da utanç, pişmanlık duymasıdır. Bulimiya nervoza ve aşırı  yeme bozukluğunda yeme atakları gizlice yapılır. Bu sebeple bulimiya nervoza ve aşırı yeme bozukluğunu kişi çevresinden senelerce saklayabilir. Bunun dışında tüm gün boyunca aç olmadan sıkıntıya bağlı yemek yemek, bir yiyeceğe karşı önlenemez istek ve kontrolden çıkmışlık hissi ile o yiyeceği yemek de yeme bozuklukları arasında sayılabilir.

Can sıkıntısına bağlı yemek yeme hemen hemen her insanın zaman zaman başvurduğu bir durumdur. Yemek en kolay ulaşılabilen duygusal anestezidir ve kişi negatif duygu ile baş başa kaldığı an o duygudan kaçmak için yemeğe sarılabilir. Yemek geçici bir haz hissi ve trans hali oluşturur. Yalnız bu bir alışkanlık haline gelmişse, kişinin kilo almasına sebep oluyor, sosyal ve duygusal problemler oluşturuyorsa  o noktada yeme bozukluğundan bahsedebiliriz.

Çocuklarda görülen yeme bozuklukları, ergenlik ve yetişkinlik dönemi başlayan yeme bozukluklarından farklıdır. Çocuklarda en fazla seçici yeme, duygu durumuna bağlı yemeği reddetme, kısıtlı yeme görülür. Aileler bu noktada kesinlikle çocuğu yemek yemesi için zorlamamalı, eğer yemek yemiyor ya da yemeği kısıtlıyorsa altında yatan psikolojik sebeplere odaklanmalıdır. Çocuk kaygılı olduğu için ya da iletişim problemleri yaşadığı için yemeği bir yöntem olarak kullanma yoluna gitmiş olabilir. Seçici yeme konusunda da aile çocuğun yemediği yiyecekleri zorla yedirmeye çalışmamalı, yemediği yiyeceği yerse onu çikolata ile ödüllendirme yoluna gitmemeli, onun için özel yemek pişirmemelidir. Aileler genelde çocukların yemek ile problemleri olunca yemeğe odaklanıyorlar; oysa çocuk yeme problemi ile kontrolü ele almaya çalışıyor olabilir, kendi varlığını bu şekilde ortaya koymaya çalışıyor olabilir. Dolayısıyla yemeğe odaklanmak gerçek problemden uzaklaşmaya sebep olacaktır.

Yeme bozukluğu her yaştan, cinsiyetten ve sosyoekonomik sınıftan kişide görülebilir. Sadece yeme bozukluğunun türü kişinin yaşına göre değişiklik gösterebilir. Örneğin anoreksiya nervoza daha çok erken ergenlik döneminde, bulimiya nervoza daha çok orta ergenlik dönemi ve genç yetişkinlik döneminde başlar ve kadınlarda daha yaygındır. Oysa aşırı yeme, yeme bağımlılığı ve kompulsif yemenin hem kadınlarda hem de erkeklerde her yaştan grupta görülme sıklığı yakındır.

Yeme bozukluğunun sebepleri arasında mükemmelliyetçi yapı, duyguların dile getirilememesi, yaşanmış travmatik olaylar, ya hep ya hiç düşünce yapısı, kaygılı, takıntılı ve kontrolcü yapı, hayat değişimleri, stres ve sıkıntı ile baş etmekte zorluk yaşama, kişilerarası ilişkilerde problemler yaşama, özdeğer problemleri sayılabilir.

Yeme bozukluğunun tohumları daha küçük yaşlarda atılmaya başlar ve hayatın kırılgan bir döneminde ortaya çıkar. Özellikle çocukluk obezitesi ve kiloya bağlı akranlar tarafından dalga geçilme, çevre tarafından eleştirilme yeme bozukluğuna zemin hazırlar.

Bunun yanı sıra toplumda beden imgesine yükselen aşırı anlam, zayıflığın değerli görülmesi, çevrenin kişinin kilosu ile ilgili yorumlar yapması kişi üzerinde baskı oluşmasına sebep olur ve yeme bozukluğuna zemin hazırlar.

Diyet yapmak yeme bozukluğuna sebep olmaz ama her yeme bozukluğu diyetle başlar. Özellikle sıkı diyetler eğilimi olan bünyelerde yeme bozukluğunu tetikler. Birçok kişi yeme bozukluğu olduğunun farkında olmadığı, yeme bozukluğundan dolayı kilo aldığı ama bu konuda farkındalığı olmadığı için kendisini “iradesiz” olarak nitelendirdiği için bir beslenme uzmanından diğerine koşuyor. Eğer kişide bir yeme bozukluğu varsa psikolojik destek olmadan sadece zayıflama odaklı diyetler o kişinin yeme bozukluğunu tetikler, daha da kronikleştirir. Bir kişi her kilo verme girişiminde başarısızlığa uğruyor, diyeti bozduğu an “Battı balık yan gider” deyip daha fazla yiyor, üzerine bir de kilo alıyorsa bu noktada sorun kişinin “iradesiz” olması değildir, beslenme uzmanının kötü olması da değildir; asıl sorun kişinin farkında olmadığı psikolojik kökenli yeme bozukluğunun olmasıdır.

Genelde yeme bozukluğunun yemek ve kilo ile ilgili olduğu sanılır; oysa yeme bozuklukları kendisini kilo ve yemek odaklı ortaya koysa da altında yatan sebep psikolojiktir. İnsanlar sağlıklı beslenmeyi başarabildiği an ya da kilo verdiği an yeme bozukluğunun ortadan kalkacağını sanır, bu problemi “irade” ile bağdaştırır; oysa yeme bozuklukları oldukça komplike psikolojik sebeplere dayanır. Dolasıyla diyet yapıp zayıf olunduğu an yeme bozukluğu ortadan kalkmaz. Beslenme bozukluğu ile karıştırıldığı için kişi beslenme uzmanı desteği ile yeme bozukluğunu yenebileceğini düşünür. Oysa psikolojik destek olmadan diyetler çoğu zaman yeme bozukluğunun türü ne olursa olsun yeme bozukluğunu daha da kronik hale getirebilir.

Konuyla alakalı olarak malesef öneri olarak burdan sunabileceklerimiz sınırlı.  
Yeme bozukluğu olan kişi öncelikle şunu iyi bilmeli ki bu durum kilo verince ya da istediği kiloya erişince ortadan kalkmayacak. Genelde insanlar işin psikolojik kökenli olduğunu hissetse bile psikolojik destek almaktan kaçınabiliyor ve ısrarla diyet yapmaya çalışabiliyor ya da durumun kendiliğinden düzelmesini bekliyorlar. Oysa zaman geçtikçe durum daha da kronik hale gelebiliyor. Bu durum onların  iradeli veya iradesiz olması  alakalı olmadığından kendilerini suçlamaktan vazgeçmeli ve uzman desteğine başvurmalılar. Dolayısıyla daha fazla ertelemeden mutlaka psikolojik destek almalılar.
Kilo verme tüm bu yönleri göz önüne alındığında kompleks bir süreçtir. Bu konuda diyet ve tıbbi desteğin yanında psikolog desteği almak, bu kompleksliği göz ardı etmeyi önleyecek, kisiye daha uygun ve kalıcı sonuçlar elde etmesi konusunda yardımcı olacaktır.

Sağlıklı bir ömür dileriz.

*PSİKOLOJİK DESTEK İNSİYATİFİ*

Son Eklenen